1 Kasım 2011 Salı

!

Resmen dünyadan tiksindiğim bir vakitte yaşıyorum. Ve, tıpkı "Paris'te Gece Yarısı" filminde anlatılanlar gibi geçmişe özlem duyuyorum, demek isterdim. Ama artık onu da diyemiyorum.
Yıllar ilerledikçe, geçmiş, yakın tarih ya da tarih diye tanımlanan şey sizin geçirdiğiniz, birebir yaşadığınız bir zaman dilimi oluyor. Tüm çirkinlikleri, acıları, soğukluğu ve tabi ki güzellikleriyle hatırlıyorsunuz. Kıyas yapacak olursanız bugüne bakıldığında genellikle çocukluğa öykünmeler söz konusu olabiliyor ama yakın tarihe dönmek o kadar da istenilecek bir durum değil artık. Özellikle de bugünlerde.
Evet sevgili ablalarım, abilerim! Şu elimde gördüğünüz, tuşlarına basarak ekrana yazı çıkarmamı sağlayan alet son 2 haftadır dünyadan tiksinmem konusunda beni oldukça desteklemiş, hatta bir şekilde sebep olmuştur. 
Post modern insan günlüğü: Her gün mailler illa bir kontrol edilir. Haber sitelerine bakılır. Takip edilen köşe yazarları, acaba ne saçmalamış dediğiniz köşe yastıkları da ziyaret edildikten sonra harika(!) bir güne başlangıç! 
Bir de şunu savunanlar var: vay arkadaş madem istemiyorsun, zorla mı kullandırıyorlar sana; bilgisayar kullanma, cep telefonunu at, vs. Böyle diyenler, ben hakikaten artık size bir şey anlatmayacağım. Şu zamanda hala bu kafada olanlar size sadece selamet diliyorum en kibar haliyle.
Gelgelelim benim post modern depresyonuma. Yaşadıklarımı ifade ederken kolaylıkla dökülüyor kelimeler. Çünkü şu an öyle basit yazıyorum ki! Sinirliyim, hayata ilk defa böylesine öfkeliyim. İçimden çok fena sözler savurmak geliyor hayata. İlk defa bencilce isteklerimi yerine getirmedi diye değil, emeklerim, çabalarım diye sızlanmadan, kalleş olduğu için sinirliyim hayata sadece. İlk defa yüzüme pat küt vuruluyor o koca koca lafların büyüklüğü! Yıllar önce anlamadığım kelimelerle, kolayından kurduğum cümleleri yaşıyorum: ben faşist gördüm. Ben faşist tanıyorum. Burada bir faşist var! 
Umut insanı ayakta tutan tek şey. Ertesi gün güneş doğmasını umut edemeden uyuduğunuzu düşünsenize. Neden uyanmak isteyesiniz ki? İşte bendeki de böyle bir şey. 
Uyumayı başarabilirsem uyanmak istemiyorum.

12 Eylül 2011 Pazartesi

bitişler başlangıçlar

Taze başlangıçlar yapmak kolay değildir benim için. Çoğu insan da benimle aynı fikirdedir diye düşünüyorum. Öyle ya alıştığınız konfor alanınızın dışına çıkmak kolay mı öyle küt diye? Bu yüzden Erasmus'a giderken bile içten içe kalmak istiyordum, hoş gidince bunlar değişti ama işte o ilk adım... O ilk adım hep çok zor oluyor bende. Oysa bugün yeni bir başlangıç yapabilmenin heyecanını duydum yüreğimde. İçim titredi resmen. Ellerim de. Hani öyle anlar gelir de ellerinizi nereye koyacağınızı bilemezsiniz sevinçten, çeneniz düşer, aptal suptal gülersiniz. İşte öyle bir his bu. Sevincimi çok da gösteremiyorum, sınırlandırılmış bir ortam olduğu için etrafımdaki. İçten içe kutluyorum yeni başlangıcımı.
İnsan bulunduğu durumu iyileştirmek için atıyorsa o adımı atabiliyormuş meğer. Atınca da "oh be" diyormuş. Vücuda şu terbiyeyi vermeli insan; iç sesini dinle. Harbiden ne zamandır deniyorum içimden geleni yapınca çok daha mutlu oluyorum, doğru da çıkıyor, oh ne rahat! Hehehe bazen de bu meret konuşmuyor o hiç hoş olmuyor ama. O zaman dürtüklüyorum falan ama ıı ııh, hiç oralı değil. İyi be diyip geçiyorum yakınlarına, belki bir fısıltı olsun duyarım diye. Neyse işte böyle alınıyor bende kararlar artık, bitişler başlangıçlar böyle ayarlanıyor.
Denize girmek gibi yeniliklere açık olmak, kararlar almak. Adım adım girmeye çalışırsan üşüyorsun, ve alışman gitgide zorlaşıyor. Oysa tüm vücudu iskeleden salmak lazım pat diye düşsün aşağı, bak nasıl alışıyor! Denize girerken de bıraktım temkinliliği, kafam rahat. Oha kızın dert ettiği şeye bak demeyin, valla insan taktı mı takıyor, ben niye çok temkinliyim, ben neden planlıyım, neden her şeyi planlıyorum,vs.
haydi kalın sağlıcakla!

9 Eylül 2011 Cuma

Eskiden yani ben daha çocukken dönemsel değişmelere uğrayan renk tercihlerim vardı. Hiç unutmam 5.sınıfta favorim kırmızıydı, baştan aşağı kıpkırmızı giyindiğim beden eğitimi dersini hatırlıyorum (hatırladıkça da istemsiz bir yanak kızarması oluşyor bende, he bir de tabi gerçekten eğitilmesi gereken bir bedene olan inancım büyüyor, neyse). Başka bir dönemde muhtemelen yine aynı dönem ya da ortaokula geçiş safhasıydı hatırlamıyorum tam, nefti yeşil, haki gibi renklere gönül vermiştim. Bir dönem de turuncu sevdalısı olmuştum, hoş ben sadece turuncu bir şeyin (bilen bilir sırt çantam)sevdalısıydım. O ürün o renk alınmalıydı. Bu huyum hala da devam ediyor, hatta gariptir artıyor. Neyse karışık bir giriş olmasın ben bir anlatayım derdimi. Bu dönem dönem farklı renklere gönül verme olayı bir yandan taraftarlık gibi bi durum. Yani siz bi tarafı seçip temsil ediyorsunuz gibi geliyordu o zamanlar. Siyah giyen şöyle, pembe böyle falan gibi. O dünyada farklı renkler farklı kategoriler demekti belki de. Ama bunun bugünkü anlamıyla şiddetli kategoriler olduğunu düşünmüyorum, bizimkisi masum çocuk renkleriydi işte. Büyüdükçe ben bu duygumu kaybettim. Favori renklerim çıkıyor her sezon illa ki ama bir renk benim en sevdiğim renk olamıyor. Her renge gönül vermiş durumdayım (bkz.ayran gönül) Hal böyle olunca her telden çalabiliyorum. Bunu da seviyorum bir yandan.
Niye yazdın şimdi bunu diye soracak olursanız valla ben de bilmiyorum ama aklıma geldi turkuaz ayakkabılarıma bakınca. Hani 40 yıl düşünsem aklıma gelmez, gidip özellikle de almam yani bu renk bir ayakkabı ama ucuzdu evet ve ben şans verdim. Eskiden olsa asla giymezdim, o rengin hayatıma girmesine izin vermezdim, beni yansıtmıyorsa ya da aşina değilsem kendisine yeri benim yanım değildi. Oysa şimdi her renge bir şans verilmeli kanaatindeyim. Allahım neler oluyor bana!!! Normalde bakıldığında bunu yaşlandıkça yaşamaz insanlar. Genelde büyüdükçe daha keskin tercihler yaparlar. Bende durum benjamin button!
Renklere fırsat verebildiğim bu dünyamda farkında olmadan geliştirdiğim bişi daha var aslında: tüm farklılıklara fırsat vermek. Öyle ya artık okuyoruz, okuduğumuz gerçekten anlıyoruz, kendimize göre yorumlayabiliyoruz. Okudukça ve öğrendikçe görüyorum, aslında her renk hayata kendine ait bişiler katar. Tat verir. Bir doktorlar kutsisi repliği olarak; beyaz olmak lazım, her rengi içinde taşıyan ama hiç birine benzemeyen. (bunu da kutsi demeyeydi iyiydi)

7 Eylül 2011 Çarşamba

6-7 Eylül

Fiziki yorgunluk buaralar hat safhada dostlar. Üstüne bir de haber sitelerine erişim yasak olunca çok fazla haberdar olamıyorum gündemden. Eve gidince yorgunluktan bayılan beden sabahın köründe de olsa bilgisayarı açıp bütün haber sitelerini yeni sekmede açıyor ama yine de, neyse. Tarihe takıldım iki gündür:6- 7 eylül. Yaşamadığıma her gün şükrettiğim o kötü geçmişin temsilcisi acıklı tarihler. Aradım taradım bulamadım bu kısıtlı zamanda bu günlerle ilgili bir yazı, bir eleştiri. Radyoda İsraille ilgili haberler, bir de tabi Fenerbahçe ve TFF savaşı. Nasıl yorumlamam gerektiğini anlayamadım. Unutulmak mı isteniyordu? İsteniyorsa neden? Ben neden bu haberleri görmek istedim?
Acıların temsili ve çoğu zaman teşhiri o acıları tekrar üretmekten ve hatta bir süre sonra bir meta haline getirmekten başka bir işe yaramıyor ne yazık ki. Hakkında çıkan özlü sözler misali bir kaç entelektüel(!) yazarın sözü, bir kaç köşe yazısı, popülistliğin önüne geçememiş kitaplar, vs. Duymak ya da görmek istediklerim bunlar mıydı benim? Olamaz, ben bu olamam. Sonra sordum kendime tekrar, ne görmek istiyorsun ve neden?
Aslında çok basitti, benim istediğim bir yüzleşmeydi. Ülkemin hala yapabildiğine inanamadığım bu utancı kabul etmesi ve bu ülkedeki herkesin ama herkesin 6-7 eylül utancıyla yüzleşmesiydi. Amacım ne başkalarının acılarına uzaktan bakan popülistleri okumaktı ne de acıları deşmek, teşhir etmekti. Ben anlamak istiyordum, neden oldu, nasıl oldu, kim yaptı, kim körükledi. Tartışmak istiyordum. Herkes bilsin, herkes yüzleşsin bu gerçekle istiyordum. Olayların ve acıların üstüne örtülen kirli tozlu örtüler kaldırılsın istiyordum. Dum dum diyorum da yanlış anlaşılmasın hala istiyorum. İsteyenin bir yüzü kara...

28 Ağustos 2011 Pazar

HİSARÜSTÜ SAKİNLERİ(!)

Şimdi size biraz Boğaziçi'ndeki hayatımdan bahsetmek istiyorum. Hayatımın tereddütsüz en güzel yıllarını gömdüğüm bu güzide okul. Herkesin mütevazi duruş sergilediği ama alttan alta "la bayağı iyi muamele görüyoz, biz de var bi iş galiba" diye şaşkınlıkla ve mahcup bir gurur duyduğu okulum. Ben işin gururunda falan değilim şimdi. Başka birşeyden bahsetmek istiyorum şuan. Bu başlarda "ohooo hacı daha çok var" dedirten okul, ne yazık ki bu sene sonunda bitecek. Okulun bitmesi, öğrenciliğin sonu, arkadaşlardan kopuş, yurttan çıkış, öğrenci akbiline veda... Bu da can be nasıl dayansın! Buaralar stajdayım. Bu sebepten arkadaşımda kalıyorum, hisarüstünde. Yani okulun yakınında. Okulda in cin top oynuyor. Sokaklar boş hisarüstünde, mekanlar sessiz, dilsiz. Gözlerim hep bizim tayfayı arıyor, boşlukları hep onlarla dolduruyorum. Şimdi Ezgi olsa şöyle derdi, Nazo bunu yapardı falan fişman. Ben onlar okur mu bilmem ama size biraz onlardan bahsetmek istiyorum.
Arkada daktilo sesi, isimleri tek tek yazınca "gerçek kesit" gibi oluyor, şu a bildiğin eğlendim. Neyse esas konudan devam.
İlk olarak tabi ki Emin Kütüklü'yle başlamak isterim. Hani derler ya bi adamla tanıştım hayatım değişti, heh eğer öyle bir fantazininz varsa buyrun Emin Kütüklü mezun olmadan yakalayın. Kendisi bizim okulda politikadandır. Türkiye derecesi bayağı iyidir aslında, ama buna inanamazsınız. Çünkü bu mütevazi arkadaşım dereceyi ve lise birinciliği geçmişini unutturacak kadar uyku düşkünü, yurt tembelidir. Kendi aramızda "ohh yat k.ç büyüt" diye de sitem ettiğimiz söylenir. Bu konuda en iyi Oğuzhan Başeğmez'le anlaşırlar. Ya ikisi ıssız adaya düşse valla 2.güne ölürler he. Ama yok yok şimdi kötü hissettim. Emincan sırf Oğuz ölmesin diye canını dişine takar balık malık bulur sonra da şöyle der "La bi kalk da pişir şunları". Oğuz da kalkar pişirir, eğreti tutar ama tavayı maşayı (ıssız adada da tam techizat hadi yine iyisiniz). Emin Kütüklü'den başladım, çünkü bu zat-ı muhterem sayesinde açtım en güzel günlere kapılarımı. Kendisi yurda çıkmama ön ayak olmuş, adıma yazdığı tezahüratlarla beni her daim desteklemiştir. E ben de kendisine bunun karşılığında bayağı özel bir hediye verdim aslında (anladın sen onu hacı, odaya git gel git gel benim için sanıyordum) neyse. Emin Kütüklü hayatta tanıyabileceğiniz en "durum komedisi" adamdır aynı zamanda. Siz ısrarla ve hiç bir mecburiyetiniz yokken (eminim bu lafıma "vay" çekecektir) ona TK çalıştırısınız sevabına, o ise önünde kendinden 10 milyon kat küçük netbookuna bakar sonra birden donuk gözlerle yüzünüze bakıp "he he hehehehe" diye güler. Ama bu adam siz taaa hollandalardayken kazanacağınızın bile kesin olmadığı bursun evraklarını, hiç bir mecburiyeti yokken hisarüstünden kalkıp pendike gidip annenizden alır. Bonusları da toplar, gönülleri de bir kez daha fetheder. Emin Kütüklü aslında fazla anlatılamaz, yaşanır. O öyledir. Annesinin memleketinde "çüküren" diye bir bölge vardır. Bunu size kütüphanede antropoloji çalışırken söyler siz periodicalsın paravanlarında yarılırcasına gülersiniz. Ama öyle 5-10 dk değil, bildiğin her söylediğinde deli gülersiniz,hala mesela =) Yeter artık senden bahsettiğim azcık da yıllığa kalsın la!
Gelelim nam-ı diğer un kurabiyesi, ay savaşçısı, dünyanın en şahsına münhasır kişiliği, ilk gördüğü andan itibaren "la bu kız çok güzel" dedirten kişilik, hepimizin yakından tanıdığı (harbi tanıyabilirsiniz) NCK'ya. Yani Nazlı Cemile Karadeniz'e. Kendisiyle yollarımız diğer kadın karakterlerle olduğu gibi 3. kuzey 207 numaralı odada kesişti. Ne olduysa artık biz o odadan kardeş olup çıktık la bunlarla, neyse. Şikayetim yok valla. Bu Nazlı kızımız (bi insan isminin gerekliliklerini ancak bu kadar yerine getirir) aslında odaya çok konuşulan bir giriş yapmıştı, ama onu burada teşhir etmek istemem Nazlıcan.Yine de bilesin ben hiç unutmuyorum o ilk günü, sadece şunu söyliyim gecenin 2sinde durup durup "bana peynirini verdin, hakkını helal et" demen beni hala benden almakta. Bu kızcağazımız size hayat hikayesini anlatır hemen, ben hepinizden büyüğüm falan der bir havalara girer "la bu kaç yaşında" dersiniz, bir de öğrenirsiniz ki 2 yaş büyük sizden. İşte o an Nazlı sizin un kurabiyeniz olur. Yok olamaz, o bi tek benim un kurabiyemdir, sizin arkadaşınız olsun yeter. Odaya sağa sola yaylanarak girer "hacılar" diyerek söze başlar, ve bu sözden sonra hep, ama valla istisnasız hep, egzantirik ve çoğunlukla asla kabul etmediğimiz fikirler sunar. Bkz. "Hacılar, pazara gidek de karnıbahara alak, ben pişircem artık sağlıklı yiyelim." Ben ve Ezgi'den (ekürimdir birazdan anlatıcam) bayık bayık bir bakış, "of hacı yine başlama, yürü yemekhaneye" sesleri yükselir ve sonuç: 3ümüz de yemekhanedeyiz. NCK uykuya pek bir düşkündür, ama asla çok uyuduğunu kabul etmez. Sabahları onu uyandırmaya çalışmak çok komik sahenelere yol açar, ağzını şap şap yaparak "hacım sabah uykusu çok önemli, zaten derse bu kafayla gitsem bi şey anlamam" der. Ama siz ilk önce onu sözlerle tehdit edersiniz, yorganını alırsınız, en son çare yastığını kafasının altından çekersiniz ve o size gözlerini bile açmadan şunu der "çok anlamsız bu yaptıkların, uyucam ki ben". Benim geçirdiğim sinir krizini yatıştırmaksa çemkirerek olaya müdahale eden Ezgi'nin görevidir. En sonunda NCK teslim olur, "aman be" diye söylenerek uyanır. Ama afyonu hala patlamamıştır. NCK değişik bir bünyedir.Kızıl saçın bir insana ancak bu kadar yakışır dedirtendir. İnsan hem bu kadar komik hem de bu kadar duygusal olabilir mi la?dedirtir insana. Ama evet, duygusal serseridir kendisi, hahaha bayıldım bu lafa! Ya bu karakterlerle ilgili yazabilecek öyle çok şey var ki. Ama çok insan var devam edelim.
Ezgi Soykan, hayatımın kadını! Resmen ekürim, elim kolum, ayağım, bacağım, üst ranza komşum, odadaki demirbaş lisetesindeki rakibim, odada yapılan ve mutlaka kızartılmış pardon kurutulmuş ekmekle yenilen kahvaltıların hazırlayıcısı, BİM'e giden yoldaki tek yoldaşım (bunu duyun la hepiniz hep biz gidiyoz alışverişe azcık siz de gideydiniz iyiydi, neyse). İşte böyle birşey. Ezgi Soykan sözleriyle beni mesteder, lafı gediğine koyar. Sizi gülmekten öldürür, başına gelenler çoğu zaman pişmiş tavukla onu yarışa sokar, benim için her daim "gideri" vardır (bunu bir sen anlarsın Soykan bir de Tuğba). Beşirin önde gidenidir, solundakileri kaçırır ama o kadar. Onun dışında olan biten herşeyi bilir. Tabi magazin boyutunda. Panpiştir mesela, kendini savunurken şu sözleri sarf etmiştir "ne yani, geri mi kalsaydım". Evet aslında geri mi kalsaydı, o uyursa erkes ölürdü.Çok güldük o gün gözlerimden  yaşlar geldi, en yakınımda bir panpiş vardı ve ben bunu bilmiyordum. Arkasını Tuğba Demiröz'e dayamakla hata yapmıştı o gece, herşey ortaya çıktı. O bir papişti.(Fena halde ettiği küfürleri duyabiliyorum şuan.)Neyse, yazı bir özgürlüktür arkadaşım.Soykan,elinde hep kendinden büyük koca koca ve orijinal kitaplarıyla gezer. Bu kitaplarını sert kapaklı özene bezene tuttuğu defterlerle besler. Kafasında her daim ders programı vardır, ve hep düşünür "nasıl bitcek bu okul oğlum". Bizim arkadaşlığımız nefretle başladı aslında :D Valla resmen bu kaknem insan benden nefret ediyormuş 207deyken. Ama ortak nefretler biraraya getirdi bizi. Güçlerimizi birleştirdik ve lanet bir takım olduk :!!!!!!Lanetliğimiz de bulaşık yıkama mevzuunda he,yanlış anlaşılmasın. Soykanla zaten ancak bu kadar kötülük yapılır (= Sert görünümünün altında (siyah makyaj ve dövmelerle gayet sert aslında) yumuşacık bir kalbi vardır. Yanakları da yumuşaktır. Aslında kolları da. Yumuşacık lokum gibidir. Çok özlenilendir.Her toplanmanın ranan ismidir.
Tuğba Demiröz, bu kız bi laf söyler, dünyanın en normal şeyiymiş gibi, ve sen yarılırsın; o ise "hehehe" der ve susar. La beni niye yardın geçtin o zaman dimi! Kendisine ara sıra laz mütahit de deriz, inşaatçıdır, abuk subuk dersleri vardır çelik melik okur. Yazık la derim hep, amma zor işin var senin. Kendini hiç beğenmez, her hatayı kendinde bulur, gözleri açık uyur, cornflakesle iftar yapar, zaman zaman dayaklıktır ama işte seviyorsunuz elde değil. Laz mütahit olmasının dışında entelektüel müendis de denebilir hakkında. Tiyatrocudur! Kendisi kabule etmese de mizaha ve tiyatroya hayvani yeteneği vardır. Hayır kabul etmemekle bize de şunu diyor aslında "yeteneksiz saftorikler, o kadar yeteneksizsiniz ki hiçbirşeyden anlayamıyorsunuz, bu yetenek değil oysaki". Neyse, hepimiz yanlış o mu doğru??? Böyle savunmuştuk kendimizi onu tiyatroya yollarken. +1'dir, illegal yurtçudur, candır, odada yokken aranandır.Sofistike zevkleri vardır,mesela ata biner. Hangimiz biniyoz ata, bu biner işte. En iyi youtube videoları bu zat-ı muhteremdedir. Karpuz alaydık iyiydi, yaz aylarında en çok duyulan sözleridir. Ve o da androidsiz kalmamıştır.
Saime Kayabay, yukarda anlattığım mensubu olduğum gürültücü grubun en sessiz sakin elemanıdır. Hanım kızdır,mahcup mahcup güler. Bu kızın bağırdığını hiç görmedim,atar yaparsa telefondaki birine, evet canlı kanlı birine yaptığına hiç şahit olmadım bilin ki harbi sinirlenmiştir.Bölümü zordur,elinde kendinden büyük 2litrelik kola şişesiyle gezer akşamları.Ara sıra dertlenir,biz de dertlendirirz aslında.Ama dünyanın en sabırlı insanıdır. Candır,kuş gibidir. Tüm kıyafetlerini kendisi diker, kıskançlık sebebidir. Canımın da canıdır fazla söze gerek yok.
İşte ben bu kadar kocamaaan bir ailenin üyesiyim ey okuyucu. Bu kocaman aileyi dağıtın diyor zaman.Oysa bilmiyor ki biz ayrılamayız, dağılamayız. Çünkü biz kocaman geniş bir aileyiz,hepimiz de kardeşiz. Bu yazıyı okuduysanız bilin ki gençler hayatıma girdiğniz için çok şanslı hissediyorum.İtalyayı beraber fethettiğimiz için de.Gülmekten karnıma ağrılar girdiği için de mesela. Sizi seviyorum he ben!

mutfakta neler oluyor!

Ben çocukluktan beri meraklıydım pasta börek işlerine. 5.sınıftaydım ilk kekimi yaptığımda.Gayet de güzeldi; yani gideri vardı en azından. Yemiştik ailece. O gün bugündür de girerim mutfağa yeni tarifler denerim, birşeyler karıştırırım. Az emek de değil hani mutfakta harcanan. Bir çeşit mesai de denebilir. O yüzden vize- final zamanları çok fazla giremem. Zamanımı çok alıyor diye. Ama müsaitsem, tatildeysem falan değme keyfime. Annemin "malzemeyi ziyan etmese bari" bakışları altında kararlı girerim mutfağa. Annemin de bakmayın bu bakışlarına, güvenir bana. Misafirleri geldiğinde falan pasta börek sorumlusu benim. Kendisini ANA yemeklerden sorumlu tutarız hep.
Mutfakta birşeyler yapmak çok keyifli. Aslında bir çeşit terapi de denebilir buna. Spor yapmak gibi. O an sadece önündeki malzemelerle iyi bir iş çıkarmaya özen österiyorsun, ona yoğunlaşıyorsun. Yoğunlaşmazsan zaten anlıyor mudur nedir kekin kabarmaz, kurabiyen sert olur. Sen misin benle ilgilenmeyen dercesine fırın tepsisinin içinde hain hain oturur kazınmayı bekleyen poğaçalar. O sebeptendir ben pek bir konsantre çalışırım. Pardon yanlış ifade ettim, öhüm öhüm içine sevgi katarım yaptıklarımın. İşte sonunda da süper bir şey çıkar ortaya, oturur yeriz her beraber. Mutfak öyle önemlidir yani. Tüm aileye hitap ettiğiniz, başrolü üstlendiğiniz büyü bir sorumluluk alttan alta. Ama en güzeli yaptıklarınızla tüm aileyi bir şekilde kendine ve yaptıklarına bağlamak, orada birleştirmek.

26 Ağustos 2011 Cuma

İçindeki sesleri mi dinlesen, dış seslere mi kulak versen bilinmez. Zaten sanırım insanı da en çok bu yoruyor. Ne yapacağını bilememek. Tam manasıyla özgür olamamak. Hepimiz hapsolmuşuz zamana. Şu yaşta bunu yap, şunu yapmak için artık çok geç. Neyi fark ettim biliyor musun ey okuyucu :) ben çoğu zaman durup da "ya arkadaş neye geç kaldım" demeye cesaret edemiyorum. O güven yok kendimde. Bunu kendinde duyan insanlara da hayranım doğrusu bravo. Ben eksiğim bu konuda.
Oysa biliyorum, biliyorum derken insaların hemen hepsi manasında ama yine de öznel gitmekte fayda var, biliyorum ki aslında bu hayata bir kere geliyor insan. Bir defa veriliyor bu şans. Sen nasıl değelendirirsen öyle yaşarsın. Nedir değerlendirmek? Herkesin yaptıklarını mı yapmaktır? Popüler diye işletme okumak mıdır? Çok trend diye istemeyerek de olsa o rengi giymek midir? Değerlendirmek değer katmaktır bence. Elinizde hammadde var, bu hammaddeye kendinize göre değerler katarsınız, alın size değerlendirilmiş bir hayat! Ama bu konuda çok da özgür değiliz ne yazık ki. Ne yapsak ne etsek para denen şu illetin gücünü asla yadsıyamayız. Öyle işte. Peki ne yapmalı? Öyle olmalıyı mı yaşamalı insan yoksa istediğini mi yapmalı.
Kariyer dergilerinde, başarı hikayelerinde görüyorum aslında. Ne yaparsanız yapın mutlaka istediğiniz işi yapın diyen bir dolu zengin iş adamı, yatırımcı. Bazen içten içe "tabi sizin tuzunuz kuru" demek geliyor; bir yandan da bu kolaya kaçmak, başkalarını suçlamak ne kadar da kolay diyorum. Ama ne yapsam etsem kafa muğlak, muğlak, muğlak

18 Ağustos 2011 Perşembe

bedevi kulübü çalışmaları

Bu sabah karar verdim bedevi kulübü çalışmalarına başlıyorum. Bugün eve gittiğimde bir facebook grubu kurucam hatta. Orada benim gibi bedevilerle buluşmayı amaç edindim. Bu sabah karar verdim.
1 gün, hatta 1 saat bir şeye heves edeyim hep mi kursakta kalır arakadaş? Hayır yani heves ettiğimde ne biliyor musun, uyumak. Yani şu insanoğlu evine gidip anasının dizinin dibinde kıvrılıp uyumak istedi. Hoop olamayacak oldu ve mesai saatleri dışında program değişti falan filan. Olayın erken kalkmasında değilim valla. Artık sinirlerimi kaşıyan başka bir durum cereyan etmekte. Ben diyim ki bugün gökyüzünün mavisinin keyfini çıkarıcam, bir uyanırım gri değil siyahtır. Hatta çok istersem kırmızı bile olabilir. İsterseniz deneyeyim bigün?Ya da diyim ki "ohh mis bugün dünyanın kendi etrafında dönmesininn tadını çıkarım kutlayacağım", pıssssss (bkz. çift katlı otobüs sesi)  dünya der ki çok döndüm, başım tuttu accık bir durayım. Dur arakadaş sen de dur. Bahtsız bedeviyi çölde kutup ayısı kovalar. İşte ben o bedeviyim. Benim gibileri Facebook yapılanmama beklerim. Durun hele bir eve gidip dinleneyim kurarım :)
Hayat bu olmamalı diyor insan sabahın köründe kalkıp akşama kadar çalışmaya başlayınca. Şikayetim yok, bana ahkam da ksemeyin "ee özge hanım gerçek hayata hoşgeldin" diye. keseniniz varsa da şunu bil arkadaşım hayat senin dediğin "gerçek"likten oluşmuyor. Hayat çok daha fazlası. Benim de henüz bilmediğim bir sürü kapının tarafımdan açılmasını bekleyen bir süreç, daha doğrusu bir hikaye. Evet arkadaşım hikaye. Ben bu sözü seçtim. Romantik de duygusal de ne dersen de. Hayat bu değil.
Yazarken bile heyecanlanıyorum. Çok daha farklı olmalı, fark yaratmalı hayatta. Bilgisayar tuşlarına herkes basabilir. Tesleri herkes okur, ama birşeyler eklemeli. Birşeyler. Belki biraz sanat?
Bu emelime ulaşmak için çalışmalara hızla başladım. İnsan yatırımını flüte harcar mı demeyin. Ben şimdi olmayan, ama sonra olacağını umduğum parayı flüde yatırmayı ve harikalar yaratmayı hayal eden bir şehir romantiğiyim. Yani olmaz olmaz demeyin oluyor benim gibi tipitipler de. Tipitip :) Yakıştı bana.
Bakalım sanat bana yardım edecek mi? Yepyeni bir kapı açabilecek miyim?
NOT: Yan flüt konusunda tavsiyeleri beklerim.
İş yerinde özgürce erişimine izin verilen sevgili blogum. Yazmak elimden alındığı takdirde en çok acı çekeceğim özgürlüğümdür herhalde. Her özgürlüğün kısıtlanması acı verici. İstediğini giyememek, sınırların dışına çıkmamak, konuşamamak, ifade edememek, kaçak kaçak yazmak. Kaçak olduğu için belki de bu kadar tatlı yazmak, aman neyse işte. keyfine gel sen.
Her gün ölümlere, mücadelelere, açlığa uyanınca insan çok düşünür oluyor. Hoş benim okudupum gibi bir bölümde okuyorsanız her çok düşünüyorsunuz. Zorunda değilsiniz, ama bir çeşit mesleki deformasyon mudur nedir anlamadım, düşünüyorsunuz işte. Bazen kafamın uğuldadığını hissedebiliyorum hatta. Kesip atasım geliyor böyle zamanlarda, düşünmeyesim, makine gibi bana emredilene itaat edesim geliyor. Sorgulamayayım diyorum, insanların davranışlarına bakıp "hmm, işte tam da ... dediği gibi" diye iç sesinle delice bir konuşmaya giriveriyorsun. Keşke konuşmasam, o zaman çoğu suniliği kabul etmek çok daha kolay olurdu. Neyse işte benim bünye de kabul edecek.
Bu çark böyle işliyormuş lafını kullandım dün ilk defa. Ne acı. İçim öyle acıdı ki bu lafı kullandığımda. Çark? İşlemek? Böyle? Fiildeki "miş" belki biraz daha masum hal katıyor hislerime ama neyse ne kızgınım kendime.
Peki ben kendimi ne yapacağım acaba? Tek bir en koca koca sistemlerle mücadele edebilir miyim? Bu gücü kendimde hissetmiyorum. Hissetmediğim için böyle sanırım. Mücadeleden uzak, bir şekilde mahkum. Mutlu muyum?Evet. Ama dahasının olabileceğini bilmek insanı aklını cezbeden zaten. Yasak, uzak olanı istemek. İnsanoğlu bu huyundan vazgeçse belki herşey çok dğeişik olacaktı. İnsanoğlunu geç üzümcü sen vazgeçsen belki çok dğeişik olacak herşey.
Neyse blogum, işte sen benim tek sesimsin şuan. Yazabiliyorum ya ohh buna da şükür (=

8 Ağustos 2011 Pazartesi

yazarken insan kendiyle konuşuyor. içten içe devamlı konuştuğu kendisiyle. o yüzden güzeldir yazmak. seni bir tek anlayan senle konuşmak. "heh işte tam da öyle" demek her sözcükte. bir tek ben anlarım benim derdimden, içimdekinden. dille söylenen ise sadece bir tariftir. oysa gerçekleri tarif etmek gerçeği bilmek, anlamak için yeterli değildir. böyle zamanlarda, yani gerçeği yeterince tarif edemediğiniz zamanlarda, boğulmak isteyebilirsiniz. ben istiyorum bazen. ya da su olup kaynayıp buharlaşmak. öyle ya su olmak iyi değil mi? buhar tekrar suya dönüşür. aynı su olmaz. yeni bir başlangıç yapar. çaresizken düşünülen ütopyalar. o halde 1 2 3 desek uçsak mesela.
kafalar karışık. bu yazıyı kim okuyacak acaba? okuyunca anlayacak çıkacak mı? bilmem ki. ama içimden biri "heh tam da öyle işte" diyor. sanırım biri anladı beni.
anlamasaydım kendimi daha mı kolay olurdu acaba? suçlamak, haksız bulmak, karşındakine hak vermek. belki o zaman mutsuz olmazdım. o zaman içten içe bağırmazdım "bu değil" diye. ya da bağırırdım ne bileyim. kafalar karışık. kafalar yorgun. kafalar buhar.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

dünyanın yükünü omuzlarımızda taşıyoruz ama biz kabuğumuza çekilip kafa dinleyemiyoruz ne de fena bir durum! oysa bir kaplumbağadan çok daha hızlıyız, çok daha atik. Kabuğumuzsa çoğu zaman daha sert.

5 Haziran 2011 Pazar

SEVGİLİ ERASMUS YOLCULARINA DUYURULUR!

Bu yazıyı yazacağım günleri hayal edemezdim. Siz de okuyunca tam manasıyla anlayacağınız günleri tahmin edemiyor olacaksınız. Ama gün gelecek anlayacaksınız, belki o zaman kulaklarımı çınlatırsınız. Neyse ben yazayım da içimde kalmasın. Neden yazıyorum? Çünkü yaşadığım evrim heyecan verici ve yazmaya değer. Blogcan sağolsun tüm Erasmus boyunca çok yardımcı oldu bana. Buradan ilk ona teşekkür etmek isterim.Neyse konuya dönelim.
Bu süreç çok değişik bir süreç arkadaşlar. Yani ben size ne kadar tarif etsem de, heyecanla anlatsam da siz kendi heyecanınızı yaşayacaksınız. O yüzden biricik bir deneyim bekliyor sizi. Geldiğimde ilk yazımdı sanırım "turist olmak"; o zaman yurt dışı maceramı suya ayağımı sokup alışmayı beklemeden cup diye deniz atlamak olarak tarif etmiştim. Doğru söylemişim. Bu sahiden öyle bir şey. Size gelmeden önce çok şey söyleyecekler, çok şey kuracaksınız kafanızda, hayal edeceksiniz, korkacaksınız, sevineceksiniz, heyecanlanacaksınız. Ama aslında hiç biri gerçek olmayacak hazırlıklı olun! Çünkü siz tarif edildiği gibi yaşamayacaksınız bu deneyimi. Hani zevkler ve renkler tartışılmaz derler ya, aynı hesap. Siz kendi damak tadınıza uygun tatları bulacak, öyle yaşayacaksınız. Bu demek değil ki insanları dinlemeyin, dinleyin. En önemlisi sorun. Öğrenmeye çalışın, hayat kurtarıcı tüyolar alın. Ama sakın onların tavsiyelerine körü körüne bağlanmayın. Farklı tatlara izin verin, tanımadıklarınızın evine misafir olun. O zaman her yazımda ve sözümde söylediğim "değişik" sözünün manasını anlayacaksınız. Bunları size tavsiye manasında söylemiyorum. İsterseniz sallamayın dediklerimi. Sadece ben ne yaşadıysam paylaşıyorum, belki birinizi okur ve işine yarar. O mutluluk da paha biçilemez (=
Bu yolun başında benim gibi duygusala bağlamanız olası. Çok nadir insanlar gördüm evinden güle oynaya uzaklaşan. Şaşarım da böylelerine. itiraf etmeliyim ki bazen de kıskanırım. Özellikle Erasmus başlarında çok kıskandım: alışma evresi. Evden ilk kez uzaklaşmışsanız sizi biraz zor bir dönem bekliyor olabilir. Zor derken öyle abartmayın hemen. Yeni rutinlere alışmak zorluğu. Çok da dibine vurmamak lazım hüznün. Ben gelmeden önce bana hep aynı şeyi demişlerdi: üzüldüğün zamanlara üzüleceksin dönerken diye. Şimdi bundandır herhalde dilimdeki şarkı: şimdi bana kaybolan yıllarımı verseleeeer. Siz de böyle olacaksınız. İnsan rahata, az ders çalışmaya, özgürlüğe alışıyor. Alıştı mı da vazgeçmesi zor oluyor. Neyse konu benim dönmek istememem olmasın. Siz siz olun üzülmemeye çalışın. İlk günler, herkes yenidir, kırın kabuğunuzu. Atın kendinizi. Çok beklemeyin. Kimsenin davetini beklemeyin, nazlanmayın. "Ölümü gör gel" diyen birini beklemeyin, ölmeyin. 
Erasmus bir evrim dönemi. kendi başınıza ayakta durduğunuzu hissettiğiniz, sonunda da bunu gördüğünüz bir dönem. Bir bakmışsınız elinizdeki parayla 2 ay  nasıl geçineceğinizi hesaplıyorsunuz masa başında ya da elinizide %100 kendiniz tarafından hazırlanmış, anne eli değmemiş valiziniz tek başınıza Barcelona'ya uçuyorsunuz. Test edildi onaylandı, yapılıyor. O zaman anlıyorsunuz işte: büyüyorsunuz.
Gelmeden önce hep derlerdi "ayy çok eğleneceksin, partiler, vuhuu sabahlar olmasın, eller havaya, aman dersler tırt, vs." Erasmus böyle bir şey değil. Bu bir süreç. İçinde hayatınızda muhtemelen hiç gitmediğiniz kadar partiye gittiğiniz, eller havaya yaptığınız, sabahın 5inde bisiklet tepesinde gün ağarırken yurdunuza dönüp partiye devam ettiğiniz, dersleri "en azından geçmem yeterli" rahatlığında taktığınız bir süreç. Ama tüm bunların ötesinde hiç bir kitapta yazmayan, yazsa da zaten asla öğrenemeyeceğiniz bir deneyim. Çok zorluklar da yaşayacaksınız, belki geldiğiniz ilk hafta elinize sarı eldivenleri geçirip tuvalet temizleyeceksiniz. Olmaz demeyin, ben yaptım, oldu :) Pis mutfaklar, banyolar, dağınık odalar, her gün "bugün ne pişireceğim" sorusu, Hollanda'ya gelecekler için odada çıkabilecek fare, vs. Bunlar bakıldığında belki sıkıntı. Ama aslında hepsi birer deneyim. Hepsi size bir şeyler öğreten kıssadan hisse mübarek :) 
Ne söylesem boş dostlar. Ne kadar anlatsam da siz yine kendi bildiğinizi okuyacaksınız. Öyle de oluyor. Ama bu uzun yazıyı sabredip okuduysanız size son bir şey söyleyeyim: Hayatınızın en "değişik" dönemine iyi yolculuklar !!!

22 Mayıs 2011 Pazar

90lardan en çok neyi özlediniz?

Facebook abuk subuk yenilikleriyle karşıma çıkıyor her gün. Az önce bir soru sormuş: 90lardan en çok neyi özlediniz diye. Bir dolu cevap var. Ama benim cevabım ne bir oyun ne bir dizi. Ben 90lardan en çok çocukluğumu özledim. Klasik çocukluğa dönelim, el ele verelim muhabbeti yapmıyorum. Şu an sadece çocukluğumu özlediğimi fark ettim. Çocuk olduğum için izliyordum Çılgın Bediş'i, çocuk olduğum için heyecanla bekliyordum atariyi benim kullanmama izin vermelerini. Her şey çocuk olduğum için anlamlıydı. Oysa o an hiç çocuk değildim. Ben çocuk olduğumu büyüyünce anladım çoğu insan gibi. Bazı insanlar var, çocukluklarında yaptıkları haylazlıklar, "bile bile"leri gülerek anlatan. Benim pek böyle bir çocukluğum olmadı. Hep sorumlu, derli toplu, olgun tıngırdardım. Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler öyle mi olurdu? Asla.
Genelde bu soruya evet derim. Kaybolan yıllara tekrar sahip olsam, yine aynı şekil kaybederdim. Ama çocukluğum böyle olmazdı. Şımarıklığın dibine vurur, sonunu hesaplama çabasına girmeden hata yapar, sonunda da ağlamazdım. Bunu demek şimdi kolay. Gelecekten dönüp bakıyorum. Çünkü biliyorum ki büyüdüğümde istesem de hatalarımın sonucunda ağladığımda karşımdaki beni kolayca affetmez, ya da babamın getirdiği bir karamelli "Peki" (bu bir kek adıydı;bkz. peki peki anladık sen her şeyden tatlısın sözlerine sahip reklam müziği vardı) gecemin mükemmel olması için yeterli olmaz.
İşte bu yüzden 90lardan en çok çocukluğumu özledim Facebook. Var mı seçeneklerde?

17 Mayıs 2011 Salı

bir arkadaşım bu blogu açtığımda "yaz, yalnızlık ve hüzünler en çok yazdırır" demişti. Bu blogu da zaten bu amaçla açmıştır. Yalnız kaldığım bu yolculukta bana can yoldaşlığı etsin, yol arkadaşım olsun diye. Başlarda da epey hüzünlüydüm doğru. Çünkü ilk defa evden ayrılmıştır. 21 yıldır sahip olduğum kanatlarıma ilk kez yüklenmiş, havayı kanatlarımın altında hissedip uçmuş, uçmuştum. Bu kadar uzağa, annemin eteğinin dibinden bunca uzağa ilk defa kanatlanmıştım. Korkuyordum. İlk defa gerçek bir birey olduğumu tam manasıyla hissediyordum. Şimdi bunu okurken "kendine güven eksiği varmış" yok efendim "ne var biz hep hissediyoruz" diyenler çıkabilir. Çıksın da zaten. Aslında en çok onlar için yazıyorum ben şimdi. Neden mi?
Çünkü bilmedikleri bir şey var. Benim de önceden bilmediğim bir şeydi bu. Özgürlük. Özgürlük hakkında daha önceden yazmıştım. Amacım kendimi tekrar etmek değil. Bir konuda yanlış bildiğimin doğrusunu paylaşmak istiyorum.
Ben özgür olduğumu zannederdim İstanbul'da zaman zaman ailemden ve arkadaşlarımdan uzak, kimsenin bilmediği bir şey yapıyorken. Yani yapabilmişsem eğer :) Oysa özgürlük sandığım şey tam olarak da sınırlarını bildiğim dünyamda en uç sınıra yürümekmiş. Oradan öteki dünyaları görmeye çalışmamışım meğer. Kararlarımı kendim verirken kendimi tam bir özgür birey olarak hissederdim. Oysa hiç de özgür değildim. Bunu kötü bir manada söylemiyorum. Yalnızca şunu açıklamak istiyorum. Ne zaman ki yanınızda ananız babanız arkadaşlarınız olmaz. Bir başınıza uçup konarsınız bir yerlere. İşte o zaman büyürsünüz ve bir birey olmak ne demek anlarsınız.
İşte başlarda ben bu sorumlulukla başa çıkamayınca bir can yoldaşı edindim kendime. Sonra onunla farklı şeyler de konuştum. Ama esas amacım paylaşmaktı yalnızlığı ve bir nebze de olsa sorumluluğu. 21 yıldır ilk defa tamamen kendi ekonomini yönetmek zorunda olmak. Bunu tamamen izole olmadan asla bilemezsiniz dostlar. Şehir dışında okuyanlar biraz daha şanslı sayılabilir. Ama onlar da tam manasıyla bilemezler. Bir telefon ötede ya da bir otobüs mesafede değil sevdikleriniz. Burada tek başınıza, yepyeni bir hayat kurmak zorundasınız. Kimsenin yardımı olmadan. Kendinizin annesi, babası, arkadaşı olmak zorundasınız. E ben gibi kendiyle kavga etmeye pek bir bayılanlar için zor olabilir bu süreç. Ama imkansız değil.
Ben geldim gördüm çok şey bildim demek değil bunu yazıyor olmak. Sadece bilmediğimiz bir sürü şey varmış meğer; onu söylemek istedim.
Kendi başınıza kaldığınızda yaşadığınız en güzel şey ne ama biliyor musunuz? Kendinizi tanımak. Çünkü bu yalnızlık, yolculuk, deneyim aslında bir yandan da bir keşif. Kendinizin keşfi. Sınırlarınızı, sevdiklerinizi, sevmediklerinizi, sizi görmeniz için bir keşif.
Bu keşfi yaşayacak olanlara şimdiden iyi yolculuklar.

10 Mayıs 2011 Salı

Çocuklar gibi eğlenmek. hiç düşündünüz mü bu deyim üzerine? kim bilir kaç defa kullanmışızdır hayatın içinde, düşünmeden, sormadan, sorgulamadan. Neden sadece eğlenmek değil de çocuklar gibi eğlenmek deriz?
Ben böyle anlarımı hatırlıyorum, o sebeple de bu soruya naçizane bir yanıtım var. Çocuk eğlenirken, gülerken yarını düşünmez. Bırakın yarını bir dakika sonrasını hesaplamaz. O andır onun tek gerçekliği. Güldüğü, eğlendiği andır yaşamı. Planlar yapmaz, hayal kurar. Gülerken de eğlenirken de dibine vurur. Korkmaz. Demez "çok güldüm çok ağlayacağım" diye. Sonradan öğretirler ona. Bu hayatta mutlu olabilmek için, gülebilmek için bir bedel ödemesi gerektiğini sonradan öğretirler. Öğrendi zaman da çocuk olmaz zaten. Büyük olur. Eğlendiğinde "çocuklar gibi eğlendim" der ara ara.
Ara ara söyler bunu. Çünkü çocuklar gibi eğlenmek bu büyük dünyada zordur artık. Öyle ya dertleri bir kenara koyup karnın kasılana kadar gülmek her baba yiğidin harcı değildir. Cesaret ister, yürek ister. Neden mi? Çünkü büyüksen inanırsın her kahkahanın bir bedeli olduğuna. Oysa bu bize öğretilen en büyük yanlıştır. Belki de ilk büyük yanlış.
Gülmek için hayattan izin almamalı. Aynaya baktığınızda gördüğünüz yüz size tanıdık geliyorsa gülmek için bir sebebiniz var demektir.

3 Nisan 2011 Pazar

Keşke sahip olduklarımızın değerini anlamak için onlardan uzağa düşmemize gerek kalmasa. Uyandığımızda sevdiğimizi yanımızda her gördüğümüzde, annemizi her kokladığımızda, güneşi tepemizde bazen bizi kavururken de olsa her hissettiğimizde mutlu olsak. Sahip çıksak sahip olduklarımıza. Hayatımızı sahiplensek keşke. Keşke hiç keşke demesek en klasik deyimiyle. 
Öyle olmuyor ama çoğu zaman. Manzaranın yanında yüzünü boğazdan tarafa çevirmeyen öğrenci kafilesi ne o manzaranın farkında, ne de bir yanının Avrupa diğer yanının Asya olduğunun. Ya da gördüğü güneşin yarın doğmayabileceği ihtimali hep çok uzak geliyor insana. İçten içe ölümsüz olduğuna inanıyor belki. Ya da o ölse bile güneşin ölmeyeceğine. Oysa o öldükten sonra ne anlamı vardı ki güneşin yine doğacak olmasının. Sen görmedikten sonra bahar gelmiş çok mu önemli. 
Sahip olduklarımızın, etrafımızdakilerin değerini bilmeliyiz. Onların değerini anlamak için mahrum kalmayı beklememeliyiz. Şimdi diyorum kendi kendime 'dönünce Boğaz'da yürüyeceğim, İstanbul'un tadını böyle çıkaracağım, Türkiye'yi gezeceğim' falan filan. Oysa bir yanım sessizce mırıldanıyor: yapmayacaksın. Unutacağım verdiğim sözleri. Yaşamaya vakit ayırmayı çok göreceğim; koşuşturmak, görevleri yerine getirmek daha önemli olacak. Peki sonra?
Yaşlanacağım. Belki de hiç yaşamadan yaşlanacağım.

22 Mart 2011 Salı

SEYRETMEK?

Savaş fotoğrafları ne kadar çarpıcı şeyler. İnsanı birbirinden farklı binlerce düşünceye sürükleyebiliyor tek bir kare. Ama bana bu yazıyı yazdıran vicdani bir durum. Savaş fotoğraflarına arkada hareketli bir reklam müziği, ayaklarımı uzatmış rahat koltuğumdan bakıyordum. Amacım yarınki derse bir görsel bulmaktı. Evet, esaslı amacım buydu. Sonra işte bu yazıyı yazıyorum. Kendime inanamayarak, düştüğüm durumu gözden geçirerek.
Bazıları orada, hep oradaydı zaten. Uzakta birileri hep seyirlikti. Bir kaç tuşla ulaşabileceğimiz seyirlik görsel malzemelerimiz. Ne taraftan bakmak isterseniz de o taraftan bakabilirsiniz bu fotoğraflara. İster fotoğrafları gerçeklik kabul edip inanamazsınız gördüğünüz şiddete, isterseniz "hmm neden bu kare, bu yazıyla sunulmuş, fotoğrafçı bizi nereye odaklıyor, vs" gibi daha bir sofistike bakarsınız olaya. Ben mi? Ben şuan ne yapıyorum bilmiyorum. Hem derinlikli bakmak istiyorum, hem de içim içimi yiyor nasıl olur diye?
Ben şuan bir insan olarak bunlara bakmaktan utanıyorum en çok. Aşırı tepki veriyorum belki de. Olgun bir tepki değil bu kimilerince belki kim bilir? Bildiğim tek şey var ben bu fotoğraflara laptopım kucağımda, rahat koltuğumda bakmaktan rahatsızlık duyuyorum. Başkalarının gerçekliğini seyirlik bir malzeme gibi tüketmekten de. Bunu tüketmek zorunda olmak (derse görsel götürmek) olmaktan da. İster eleştirelim, ister acıyalım, ne yaparsak yapalım değil mi ki orada "bizden uzak" olanın acısını dindiremiyoruz ve sadece izliyoruz, o zaman fazla söze hacet yok benim için. Duyduğum utançtan başka bir şey değil.
Neden mi yazdım? Bilmem içimden geçiyordu, beni yiyordu bu düşünceler salıverdim ben de onları. Belki başkalarını da yer bitirir diye.

3 Mart 2011 Perşembe

Ben artık penceremden hiç kimseye cevap vermeyeceğim. Yıllar ilerledikçe, düşünceleri daha da geriye, şiddete eğilen kimseleri ciddiye alıp onlara cevap yazmakla uğraşmayacağım. Biliyorum hiç bir zaman benim yazılarımdan haberdar olmayacaklar. Olsalar da korkmam zaten. Onlardan korkan onlar gibi olsun.
Ama işte yine yazıyorum. Cevap niyetine değil belki ama onların yarattığı ruh haliyle yazıyorum. Hüzün, sinir, üzüntü. Gazete, gazeteci olmak, toplumu bilinçlendirmek değil de haberdar etmek önemli işler benim için. O yüzden gazeteci olmak hayalim vardı hep. Ama tıpkı lise yıllarında tutturduğum hukuk hayalim gibi ondan da aynı sebepten ötürü vazgeçtim arkadaş. O zamanlar da haberlerde çıkan, hukuk okuyan arkadaşlarımdan duyduklarım doğrultusunda "ben bu hukuk sisteminin içinde olmak istemiyorum" deyip elimi ayağımı çekmiştim. Şimdi bunu okuyanlar diyebilir ki korktun mu, neden savaşmadın, kaçmak vazgeçmek en kolayı, bencilce bir karar...
Size bir dolu örnek sıralayabilirim. Don Kişot misali yel değirmenlerine savaş açıp kös kös yerine oturtulan insanların örneklerini anlatabilirim. Bu denemenin yanlış olduğu anlamına mı geliyor, hayır. Tabi ki isteyen denemekte serbest. Ama ben yıkmak için de olsa o yanlışın çarkına girmek istemiyorum. Düşüncem bu. Dışarıdan tekmeler atıp, tokatlarla eritebilirim belki diye bir umudum var. Mesela yazarak, nesillere bu düşünceleri tartıştırarak. Bilmem, uzun vadeli de olsa daha çekici bir yol sanki bu.
Gazete işi de böyle. Her ne kadar kapatılmaya çalışılsa ve başarılsa da ha bire yazıyorum arkadaş ben blogta. Yazacağım da. Nasılsa bu kafayla "o gazetelere" yazar olamayız. O zaman ben de kendi köşemi, kendi gazetemi yaparım, penceremi açarım.
Buraya gelip de Türkiye haberlerini okudum okuyalı hep aynı sinyal yanıyor beynimde. Göçmenleri ve beyin göçü meselesini anlamak. Sahiden, eskiden beyin göçünün ne kadar da kötü bir şey olduğunu düşünüyordum. Oysa şimdi o insanlara öyle çok hak veriyorum ki. Neden okuyorsun? Neden Türkiye'de çalışacaksın? Okurken gırtlağına kadar borca batmak için mi? Mezun olur olmaz yakana yapışıp aldığın 3 kuruş maaşı kurutmaları için mi? Yoksa yıllarca çalıştıktan sonra emekli maaşı denen 3 banknotu çekerken sırada can vermek için mi? Neden?
İnsan memleketini, ülkesini seviyor, özlüyor. Ben de özlüyorum ve ben de seviyorum. Bunu okuyup da "amaaan bu kızda iyice milliyetçi oldu oralarda" demeyin. Arada fark var. Milliyetçilik (hatta abartıp nationalism diye dersini aldığım konu) tamamen farklı, azınlıkları hiçe sayan,çoğunlukçu bir zihniyet. Ben bunun bir parçası değilim. Ama Türkiye'deyken içten içe hissettiğim, söylersem "faşist" damgası yerim diye korktuğum içimde büyütüp adını koyamadığım bir his var: ben ülkemi seviyorum. Ve ben Türkiyeli bir insanım. Ama.
İşte hep bir ama var. Okuyup, büyük insan olup göç edenler var ya hani, arkalarından su dökmeyin boşuna. Çünkü tez zamanda gelmezler. Hasretini, özlemini kalbine gömüp, işini yapmak isteyenler, kendi hayatlarını, emeklerini her şeyin önüne koyanlar, ki bunlar bencillik değildir arkadaş, dönmezler. Dönmesinler de. Hayır yani, insanları ülkedeyken süründürdüğümüz yetmiyor bir de dışarıdayken hain damgası vuruyoruz. Asıl hain kim merak ediyorum. Hain ne demek? İhanet eden mi? Peki kim kime ihanet ediyor?
Bilmem. Ben sadece sorarım. Cevabını da kendimce veririm. Ama şimdi sadece sormak istedim. Yazmak istedim. Özlediğim memleketimin yazarlarının kilometrelerce uzaktan beni üzmelerine isyan etmek istedim.
Sağlıcakla kal sevgili ülkem.

1 Mart 2011 Salı

Ben Konuşurum. Ben Susarım. Ben Düşünürüm.

Hayatta en büyük korkularımdan biri kendimi ifade edememek, derdimi karşımdakine anlatamam oldu her zaman . Bu yüzden uzak doğuya gitmekten hala korkmaktayım. Hiçbir fikrimin olmadığı bir dil, bambaşka bir dünya, kendine özgü kültürel ve toplumsal değerler. Kendimi bir şekilde ifade edebilirsem ne ala. O zaman ismi duyulmamış bir kabileye de giderim. En kötüsü konuşamamak, anlaşılmamak ve dolayısıyla yalnız kalmak. 
Konuşabildiğim, yazabildiğim ve her şeyden önce düşünebildiğim için çok mutluyum. Çünkü bunlar her canlıya bahşedilmemiş. O yüzden insanlar gerçekten de özel varlıklar. Anlayamadığım bir şey var, düşünmek neden bazılarını bu kadar korkutuyor?
Neden düşünmeye, yazmaya, kendini ifade etmeye engeller konuluyor hala? İnsanlar neden yazılarını, fikirlerini, beğenilerini sosyal medyada paylaşamıyor? Farkındayım, twitter, blogger, Facebook, vs. bunlar çok yeni ve popüler kullanımlar. Ve kullanıcılar sadece fikirlerini çarpıştırmak için değil hayata tutunmak için de kullanıyorlar bunu. Popüler bir tüketim söz konusu şüphesiz. Ama ben de bu tüketicilerin içindeyim. Bugün bu yazıyı Avrupa'nın Hollanda ülkesinden küçük bir şehirden yazıyorum ve siz muhtemelen çok başka bir yerden okuyorsunuz beni. Bu, yani benim başka başka yerlerden okunuyor olmam, farklı fikirleri olan arkadaşlarımın ya da yabancıların benim fikirlerime zaman ayırıp okuyor olması nasıl güzel bir his anlatılmaz. Ama bazıları bunu bana ve benim gibi kullanıcılara çok görmekte. Hayır, konuşamazsın, sus otur demekte. Belki bugün konuşup yazamadığım gibi bir kaç ay sonra da okuyamazsın bunları diyerek başka şeylere yasak gelir kim bilir? Peki ne olur o zaman? Hangi güç, hangi zihniyet, hangi iktidar, hangi muhalefet benim düşüncelerime ket vurabilir ki? Big Brother içime kadar girmedi henüz. Henüz ruhuma da beynime de hükmedemiyor. "Henüz", korkutucu bir ifade oldu sanki. "Asla" da çok radikal. Ne yapmalı? Düşünmeli. Her daim düşünmeli. kelimeleri, olayları, olguları düşünmeli, düşündükçe tartışmalı ve yazmalıyız. 
Çok sıkça kullanılan ifadeler görüyorum yasaklı paylaşım alanlarında: size nefes tükettiğimize değmez, bunu tartışmaya gerek bile yok gibi. Bunlar elbette karşındakini ciddiye almamak, gücünü yok saymak gibi politik bazı anlamlar taşıyor belki. Ama ben böyle düşünmüyorum. O yüzden de politikadan pek anlamıyorum zaten. İyi mi yapıyorum kötü mü bilmem. Tek bildiğim çatlak sesleri, muhalefeti, isyanları, gericileri, ilericileri, Batı'yı Doğu'yu, hiçbir şeyi yok saymamamız gerektiği. Çünkü tüm bunlar yok sayılmayacak kadar önemli yarınlara yürüyor. Bugün yok saydığımız, yarın bizi yok sayabilir.
Durum böyleyken ifade özgürlüğüne, paylaşımların engellenmesine akıl sır erdiremiyorum. Neden düşünmekten bu kadar çok korkuyoruz? Beynimizin hafıza belleği dolar diye mi? Yoksa canımız acır diye mi? Neden düşünmekten de düşündürmekten de kaçıyoruz? 
Nedenlerini biliyorum. Bir çok nedeni var. Ben bu soruların cevabını bilmediğim için sormadım. Sadece sormak istedim, sordurtmak istedim, sorduğumu göstermek istedim. Sürünün bir parçası olmak istemedim. Hepsi bu.


27 Şubat 2011 Pazar

KADIN- ERKEK- MAHREM

Sorunlara çözüm sunmak beni her zaman korkutmuştur. Nedenini tam olarak ben de bilmiyorum belki sosyal sorunlara çözümler genelde politikacılar tarafından sunulduğu ve politikacıların da genelde sevilmediğindendir. Aslında sevilmek ya da sevilmemek konusunda büyük bir kaygım yok. Ama yine de insanların arkamdan kötü konuşmasını, onları anlamamış olmayı ve bazı grupların canını yakıyor olmayı hiç istemem. Çoğu zaman sosyal sorunlara getirilen çözümler böyle sorunlara yol açtı. Birileri anlaşılmadı, birileri fazla “anlaşıldı”.
Ama bugün, çok değer verdiğim bir hocamın, yol göstericimin ricasını kırmayarak, sorunlara kendi çözüm önerilerimi paylaşmak istiyorum. Bunlar doğrudur yanlıştır demiyorum. Bunlar yapılsın da demiyorum. Sadece yaptığım karşılaştırmalardan yola çıkarak birkaç öneri sunuyorum.
Bundan önceki yazımda sinirimi dizginlemeye çalışarak da olsa yine sinirlenerek taciz, kadın, dekolte, tacizin meşruluğu konularına değinmeye çalışmıştım. Bu konularda hala yazıyor olmak beni çok rahatsız etse de ne yazık ki konuşmak gerekiyor. Çünkü bugün hala Fatmagül’ün Suçu Ne? Diye bir dizinin tecavüz sahnesi reyting rekorları kırıyor. Ve bu dizinin bilgisayar oyunu (erkeklerin Fatmagül’ü yakalayıp tecavüz ettiği) insanların beğenisine sunuluyor.
Hal böyle iken, bu cinsel açlığın ve hatta belki bunalımın göz ardı edilmemesi gerekiyor. Ve işte ben de burada ses çıkarıyorum. Tam olarak bu kelimede: göz ardı etmek.
Türkiye nüfusunun büyük bir çoğunluğu Müslüman. İktidardaki parti muhafazakar bir parti. İnsanların çoğu için cinsiyet kelimesi garip. "Kadın" ayıp. "Bayan" kibar ve tercih edilebilir. Kadın- erkek ilişkisi konuşulmaz. Cinsellik, cinsiyet öyle saklı, öyle gizli ki insanlar bu kelimelerin manalarını bile ancak "büyüyünce" öğrenebiliyorlar. Karşı cinsi tanımak ancak evlenilecek yaşa geldiğinde mümkün. Bunu derken bir şeyin altını çizmek istiyorum. Karşı cinsi tanımak ifadesindeki amacım insanların genç yaşta cinsel ilişkiye girmesi değil.(bu konu beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor, herkes kendi seçimlerini yapsın ve onu yaşasın; hayat da bayram olsun). Sadece karşı cinsle ilişki kurmak. Bugün bir kadın olarak şunu diyebilirim ki birçok kadın erkek arkadaş edinmiyor. Çünkü bir erkek onlar için potansiyel sevgili ya da koca. Çoğu kimse bir kadın ile bir erkek arasında arkadaşlık, dostluk ya da kardeşlik olacağına inanmıyor ne yazık ki. İnanmadıkları gibi “nefis bu kendini tutamayabilir “gibi de zırvalıklar üretiyor. Bunların hepsi boş laf oysaki. Bir kadın ve bir erkek arkadaş olabilir, dost olabilir, yan yana, kol kola, omuz omuza yürüyebilir. Bunu anlamak çok şey değiştirecek. O zaman erkek kadın için korkulacak bir şey olmayacak bence. O zaman kadın da erkek için taciz edilecek bir cinsel obje halinden çıkacak. Önemli olan her iki cinsiyetin de temelde insan olduğunu görmek, anlamak ve ona göre yaşamak.
Bu tür bir anlayışın gelişebilmesi için gerçekten de sorunun kökenine inmek gerekiyor. Çocukluğa. (bunun da tam bir köken olduğunu söylenemez, ama bireyin kişisel tarihi açısından en eski yer denilebilir bir anlamda).
 Çocukların nasıl ve ne anlayışlarla büyütüldüğünü incelemek ve sonuçlara varmak gerekiyor. Bugün dünyanın deneyimlediği 2 büyük dünya savaşından ders almamışçasına oğlunuzun eline oyuncak silah verip oynamasını bekliyorsanız, 18ine geldiğinde ona ruhsatlı silah alma hakkı sağlıyorsanız şiddeti körüklüyorsunuz demektir. Buna karşılık kızınıza oyuncak bebekler, çay takımları, oyuncak ev aletleri, oyuncak makyaj takımları alıp evin içinde iş yapma pratiklerini gelişltirmesine yardım ediyor ve "oynamasını"bekliyorsanız, 12sine geldiğinde oturmasına kalkmasına dikkat etmesi gerektiğini öğütlüyor, 18ine geldiğinde “evlenecek” yaşa geldiğine inanıyor ve inandırıyorsanız, kadını erketen ayırıyor, evin içine, korunması gereken olarak konumlandırıyorsunuz demektir.
Çok küçük yaşta başlıyor cinsiyet rolleri çocuklara aşılanmaya. daha doğmadan hazırlanıyor,kız çocuklar pembelere bürünüyor, erkekler mavilere. Kimliklerimizin rengi bile farklı, peki neden? Kadın olmak ne demek? Erkek olmak ne demek? Aradaki fark ne? Neden böylesine bir farkla iki ayrı yol çiziliyor ki önümüze? Neden erkek, kadın için “öteki” ya da “karşı” cins?  Benim için tüm bu sorular bazı sorunların çözümü için birer anahtar.
Bunları yazarken yurt dışındayım, Hollanda’da. Burada farklı ülkelerden bir sürü insan var. Kaldığım yurtta kız erkek karışık kalıyoruz. Her yer ortak alan. Kadınlar istediklerini ve çoğu zaman benim için iddialı sayılabilecek kıyafetler giyiyorlar. Mini etekleriyle bisiklet kullanıyorlar. Ve inanın henüz bir kişi bile görmedim ki dönüp böyle bir kadına baksın. Bir yeri görünsün, bir yerine dokunalım, taciz edelim gibi bir çaba yok erkekte. Kadın gece vakti yolda öylesine rahat yürüyor ki. Çünkü kadın da erkek de farkında: ikisi de temelde insan. İkisi de yasalar önünde “eşit”. Gerçekten eşit ama, lafta kalan bir eşitlik değil bu.
Ah Avrupa ahlakı, sanatı, vs gibi batı özentisi laflar etmek değil amacım. Aksine özenti tavırlara karşıyımdır her zaman. Buraya Türkiye’den gelip “ay bizim ülkemizde böyle çok kötü, şöyle çok kötü “diyip yumurtadan çıkıp kabuğunu beğenmeyenlerle doğru mu yapıyorum bilmiyorum ama konuşmuyorum bile. Çünkü sinirlerim bozuluyor. Milliyetçi biri değilim. Sinir bozukluğum da bundan değil. Ben de eleştiriyorum bazı şeyleri. Paylaşıyorum arkadaşlarımla. Ama hiçbir zaman “ay medeniyet dediğin bu” ayaklarında özenerek bir şeyleri anlatmıyorum. Her şeyin bir nedenin olduğunun farkındayım en azından. Her neyse, dediğim gibi amacım asla aman Avrupa yaman Avrupa demek değil.
Sadece farkı fark etmeyi sağlamak istiyorum. İnsanlar saklanmıyorlar, vücutlarını da beyinlerini de ruhlarını da saklama ihtiyacı duymuyorlar. Bu onları teşhirci de yapmıyor. Bir şeyler “yasak” olmayınca onu yapma gereği de duymuyorlar. Tıpkı burada belli miktarda uyuşturucu taşımanın serbest olması gibi. Kafası güzel öyle çok arkadaş var ki. Bir tanesinde bile saçma sapan bir hareket, sapıkça bir eğilim görmedim. He uyuşturucu serbest olsun demek mi bu? Hayır. Ben temelde insan beyninin uyuşmasına karşıyım. Sadece şunu söylemek istiyorum. Bir şeyleri yasaklamak, yasak kılmak çoğu zaman o şeye duyulan özlemi, arzuyu arttırır. Şiddete gebe bir arzu. Can acıtmaya, zarar vermeye eğilimli ruh.
Belki bazı şeyleri görünür kılmak onun daha az göz önünde olmasını sağlar Elif Şafak’ın Mahrem’de anlattığı . Ne kadar göz önünde olursan, o kadar saklanırsın. 

23 Şubat 2011 Çarşamba

S.K.T.

Önemli harfler: S.K.T. Nam-ı diğer son tüketim tarihi. Markette ambalajların oraları buraları karıştırılır şu harflerin işaret ettiği tarihe ulaşılmak için. Ulaşılınca bir hesap yapılır: "İyi, daha çok var." ya da "Çok az kalmış, almayalım." gibi bir cümleyle biter arayışın sonu. Ürün ya market arabasına kurulmuştur ya da rafta S.K.T.'sinin gelmesini ve çöpe atılmayı beklemeye terk edilmiştir.
İnsanların zamanı böylesine kontrol edebildiklerini zannetmeleri çok değişik aslında! Mesela ben az önce sıvı yağ şişesindeki tarihe bakıp, ilk önce iyi daha çok varmış dedim ve sonra hafiften buruk bir iç geçirdim. Evet, kim bilir o zaman nerede olacaktım?
Daha çok vardı. Buraya gelmeme bu maceraya da çok vardı ama oldu. Büyümeme, üniversiteye gitmeme daha çok vardı. Mezuniyet? Düşünmeye gerek bile yoktu daha çok vardı. Oysa insan büyüdüğünde, zaman geçtiğinde ve geriye dönüp baktığında aslında hepsinin S.K.T.'si yakın birer ürün olarak rafta beklediğini görüyor. Tek tek tüketilmeye hazır beklenen zamanlar!
Tüketilmeye hazır, hap gibi yutulmaya. Sunulmuş, sıraya da dizilmiş. Sizin yapmanız gereken sadece onu alıp arabanıza atmak. Önceden doğranmış, kullanıma hazır domates konserveleri gibi. Her şey elinizin altında. Tıpkı o konserveler gibi bunların da S.K.T si var o yüzden ne olur ne olmaz acele etmek gerekir.
Acele, koş, al, tüket, uyu, büyü? Sahi o ninninin devamı neydi?
Uyusun da büyüsün ninniii
Tıpış tıpış yürüsün ninniii!
Tamam annem, zaten uyucam bu biyolojik bir ihtiyaç, e bir mani olmazsa da büyüyeceğim. E kuvvetle muhtemel yürüyeceğim de. Neden şimdi böyle bir ninniyle bana bunları iş haline getirdin ki? Neden her şeyin üzerine: tamam yapıldı! şeklinde bir onay çakmak zorundayız?
Sıvı yağ şişesi bana bir şeyi öğretti az önce. Zamanın sana neler getireceğini asla ve asla bilemezsin insanoğlu! Planlar yaparsın, kurarsın kafanda, bir de "inşallah" dersin ama içten içe olacağına kesin gözüyle bakmaktan kendini alamayarak. Sonra? Sonra zamana bırakırsın istemeye istemeye. Ve zaman belirler ne olacağını. Sen değil. O yüzden dedi sıvı yağ şişesi S.K.T me bakıp "o zamana kadar ben..." diye boş yere hayaller kurma, dön önüne yemeğini bitir hadi!

22 Şubat 2011 Salı

özgürlük?

Buraya geldim geleli kendimi daha özgür hissediyorum doğru. Peki ama neden? Özgürlük nedir ki temelde? Nasıl hissedersin özgür olduğunu?
Buranın İstanbul'dan tek farkı var aslında temele bakıldığında: ben burada kavga etmiyorum zamanla! Evet, başlarda anlaşamadığımız doğru. Çok da didiştik neden geçmiyor diye. Oysa şimdi aramız gayet iyi. Onu akışına bıraktım, kendimi de dalgalarına. Birbirimizle kavga etmemeye başladık. Sevmeye başladık hatta birbirimizi.
Oysa İstanbul'dayken: Türkün Zamanla İmtihanı'ydı benim yaşadığım. Saat bilmem kaçta şurada olmalıyım, sonra çıkıp şu otobüsle şuraya yetişmeliyim, yarına şunları hazırlamalıyım, şunu almalıyım,vs.gibi 24 saatin içine sığması zor, insanüstü çabalarla günü kendime zehir ediyordum.
Buradaki arkadaşlar okulumun Boğaz manzaralı olduğunu duyunca klasik tepkiyi veriyorlar (o okulda okumayan herksin verdiği tepki ki artık evrenselleşti benim için): Orada nasıl ders çalışabiliyorsunuz? Bunu dedikten sonra neler dediler bilmiyorum. Çünkü benim kulaklarım çoktan uğuldamaya başlamıştı bile. Düşündüm. Okul hayatım film şeridi gibi geçti gözümün önünden hatta. Hep aynı kare geldi aklıma. Kuzeyden güney meydana inerken ki o yokuş. Hani Petek'in sağınızda kaldığı güzel manzaralı yokuş. Oradan geçerken de çoğu zaman bu tartışmayı tüttürmüştük arkadaşlarla: şu manzaranın tadını çıkaramıyoruz lanet derslerden, ufff!
Sahiden tadını çıkarmamıza engel olan dersler miydi? Yoksa bizzat kendimiz mi çıkarmak istemiyorduk? Nedense ikinci teklif daha acı ve gerçekçi duruyor karşımda. Ben istemediğim için görmüyordum manzarayı, güneşi, boğazı, baharda açan erguvanları. Ben istediğim için oradan koşar adım iniyordum, sağıma bakmadan. Ben istediğim için derslere suçu yüklüyordum çünkü bu daha kolaydı sorumluluğu kendime yüklemekten. Çünkü eğer bunun da sorumlusu ben olsaydım bu da bir görev, 24 saate sıkıştırılması gereken bir olarak ajandaya yazılacaktı. Peki hayattan tat almak bir iş miydi? Yapılması gereken ve daha sonra üstüne tik atılması gereken alelade bir iş mi?
Ne zaman ki zamanla kavgaya keserim döndüğümde, işte o zaman özgür olduğumu hissederim İstanbul'da. Bunu derken bile hala inanasım gelmiyor. Çünkü ne yazık ki bir yandan da gerçekler var. Otobüs saatlerinin yazılı olduğu zaman çizelgeleri, derslerin başlama saatleri ve yeri, yetişebileceğin ve programına uyan sinema saatleri,vs. Bir şekilde acı da olsa zamanla kuşatılmışız.
Burada turistim. Ve turist olmanın, yabancı olmanın en keyifli yanı bu. Ne tam bir "öteki"siniz, ne de "biz"in bir parçası. Öteki değilsiniz tam olarak "biz"in gözünde çünkü siz geçicisiniz. Hatta buraya okumaya gelmişsiniz, burayı böylesine güzel bir amaç için tercih etmişsiniz. Biz de değilsiniz, çünkü başka bir yerden, milletten, dilden, dinden, vs gibi bir çok öteki bölgeden gelmişsiniz. Ama güzel bir şey varsa o da hiç bir kalıba tam oturmadığınız için turist gibi yaşıyorsunuz ve sadece hayattan, yaşadığınız yerden tat almaya odaklanıyorsunuz. Bir gezide gibi. Uzun soluklu bir gezide. Amacınız tat almak, eğlenmek, öğrenmek. Kafanızda hep bu var.
Hal böyle olunca da zamanla kavga etmiyorsunuz. Bir yerlere yetişmeye çalışmıyorsunuz. Geç kalınca panik yapmıyorsunuz çünkü siz yabancısınız, yolları bilmiyorsunuz. Özrünüz hiç yargılanmadan kabul ediliyor, yardım edilmeye çalışılıyor size. Evet, okuldaki değişim öğrencilerini kıskanmakta haklıymışım!
Zaman, hep dostum kal. Gel bu yolda birbirimizle cebelleşmeden yürüyelim. Olur mu?

18 Şubat 2011 Cuma

mutluluk tanımı 2

Tanımadığınız bir markette, tanımadığınız marka bir siyah çayın yurdum lezzetinde olması ve yanına aldığınız tanımadığınız marka ucuz kurabiyelerin yurdum lezzetinden de lezzetli çıkması.

16 Şubat 2011 Çarşamba

ORHAN ÇAKIR'A PENCEREMDEN CEVAP

İnternetin yaygınlaşması, sosyal medya, Facebook, Twitter gibi haberleşme araçlarının popüler bir şekilde kullanılmasını sevdiğimi fark ettim. Çünkü bu sayede ne kadar uzakta da olsanız her şeyden haberdar olabiliyorsunuz. Farklı arkadaşlarınız kendi dünyalarında dikkat çeken şeyleri sizinle paylaşıyorlar. Hiçbir yerden izin almak zorunda olmadan, kendi sınırları içinde de olsa bir “özgürlük” yaşıyorsunuz. Yazıma böyle girmiş olmama rağmen pek de mutlu mesut konulardan bahsetmeyeceğim ne yazık ki. Çünkü bana bu yazıyı yazdıran şey Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Ana Bilim dalı Profesörü Orhan Çeker’in, neden yaptığına akıl sır erdiremediğim açıklamaları.
Çeker’in bu iddialı ve dikkat çekici konuşmalarından arkadaşlarım sayesinde haberdar oldum. Oldum ve pişman da oldum. Bir yandan böyle bir haber okumanın verdiği mutsuzlukla keşke okumasaydım dedim, bir yandan da sen de göz ardı et, herkes göz ardı etsin ve yarın tacize ya da tecavüze uğradığında hakkını savunma hakkın bile olmasın. İkinci durumda, yani tacize ve tecavüze uğradığımda konuşamama hakkına sahip olamamam evet tamamen benim sorumluluğum olurdu eğer bu yazıyı yazmıyor olsaydım. Yani, Sayın Çeker bakınız bir kadın olarak yaptığımın sorumluluğunu alıyorum.
Konuya nereden gireceğim, heyecanımı ve öfkemi nasıl kontrol edip doğru kelimelerle derdimi anlatacağım bilmiyorum. Ama birkaç nokta var değinmek istediğim. O yüzden dilim döndüğünce bu noktaları takip ederek bir yol izleyeceğim.
Orhan Çeker’in “Dekolte giyene tecavüz ederler” beyanı AKP’nin mecliste yasa tasarısı olarak sunmaya hazırlandıkları Hadım yasasına bir cevap niteliği taşımaktaymış. İlk bakışta değerlendirerek gidildiğinde bir akademisyenin, siyasi konularda yorumda bulunması gerçekten de çok önemli bir davranış benim için. Tabi burada önemi kazandıran bulunulan yorumun niteliği. Ama şimdi bu konuya gelmeden önce Hadım Yasası’nın ne olduğundan bahsetmek istiyorum kısaca.
Bu yasaya göre “cinsel saldırı suçu ile çocuklara ve reşit olmayana tecavüzden yargılananların hadım edilmesi” öngörülmekte. Yeterince şiddet içerikli bir yasa şüphesiz. Ne olursa olsun insanların fiziksel anlamda canlarının acıtılması bana başvurulması gereken en son noktaymış gibi geliyor çoğu zaman. Hatta belki asla başvurulmaması gereken bir nokta. Elbette bu iğrenç suçu işleyenlerin cezasız kalması gerektiğine inanmıyorum fakat cezalandırmak için farklı yöntemler öngörülebilir diye düşünüyorum. En azından şimdilik. Bu başka bir tartışmanın konusu.
Burada değinmek istediğim birkaç şey var. Öncelikle dikkatinizi çekeceği üzere yasa tasarısında mağdur durumunda bulunanlar çocuk ve 18 yaşının altındaki gençler. Problem burada başlıyor zaten. Eğer siz 19 yaşındaysanız ve cinsel tacize uğradıysanız farklı bir yasayla korunacaksınız, ya da korunmayacaksınız. Çünkü 1 yaş sizin aklınızın kemale ermesini, oturmayı kalkmayı bilmenizi, hareketlerinizin sorumluluğunu alabilmenizi gösteren reşit ve “vakur” olduğunuz anlamına gelmektedir. Bu açıdan da çok önemlidir(!).
Cinsel taciz her yaşta, her cinsiyet, her insan için korkunçtur! Çocuk için de korkunçtur 30 yaşındaki bir kadın için de. Sayın vekiller, tahrik edici kıyafetin ne olduğuna kara verilmesi için kurulacak bir komisyon öngörüyor Sayın Çakır, tecavüzün, tacizin kim için ne kadar korkunç, ne kadar iğrenç ve kabul edilemez olduğunu kim belirleyecek? Bunun için de bir komisyon kurulacak mı? Bedenine, ruhuna zarar gelmiş, incinmiş bir kadının ya da adamın(ki bu noktada cinsiyet ayırt etmeden konuşulması benim için önemli) ne kadar incindiğini kim anlatacak? Kendisi konuşabilecek mi? Biz ona inanacak mıyız? Ya da biz tacize uğrayanlar olarak kime kendimizi inandırmak zorunda olacağız?
Orhan Çeker yasa tasarısından benim gibi olmasa da hoşlanmamış anladığım kadarıyla. O da bir öneride bulunmuş: sorunun kökenine inilmeli. Aman Yarabbi, ne kadar da doğru bir yaklaşım. Neden taciz var? Neden tecavüz diye bir kelime hala lügatta mevcut, gibi soruları sormalıyız evet!
Erken sevinmişim sanırım. Sorunun kökenine indiğinde Sayın Çeker, kadın “sorununu” bulmuş. Tacizin ve tecavüzün odağında kadın var ama kökeninde nasıl oluyor?
Kadın demiş, sen tahrik ettikten sonra sonucunda şikayet etmen makul değil. Ve devam etmiş. ‘Evet, tabi ki erkeğin suçu var. Çok iğrenç bir suçu var. Ama bu suç tek taraflı değil.’ Yani her iki taraf da suçluymuş.
“Kadın tahrik edici giyinmişse erkek de kendini tutamamışsa suç ortaktır. Kadın normal giyinmiş ve vakur davranmışsa suç yüzde 100 erkeğindir.”
Her kelimemin, her yargımın ve düşüncemin bir sorumluluk olduğunu düşündüğüm için sorularımı sormadan bir şey söylemek istemiyorum. Aklımda birkaç soru var Sayın Çakır: Tahrik nedir? Nasıl tahrik edilir? Tahrik edici kıyafet nedir? Erkeğin kendini tutamaması nedir? Suç nedir? Suç ortağı kime denir? Normal ve vakur ne anlama gelir? Normal olup vakur davranmamış olabilir mi bir kadın ya da tam tersi mümkün mü? Yüzde 100 nedir? Yüzde 99 olunca ne olmalıdır? Sayın Çakır en başta sormam gereken soruyu unutmuşum; insan nedir?
İnsanlar köpeklerini, kedilerini hatta daha vahşi hayvanları (ayı, aslan, vs) eğitebiliyor bugün. Bu hem insanın öğretebilme yeteneğini hem de hayvanların öğrenebilme yeteneklerini gösteriyor bize. Bu eğitimlerde genelde hayvanlara yaptıkları hareketlerden sonra çok sevdikleri yiyecekler veriliyor ödül olarak. Hayvan, ödülü çok istediği için hareketi yapıyor ve ödülünü sonra alıyor. Yani nefsine hakim oluyor. Eğitim sürecini tamamlıyor.
Bazı felsefe derslerinde de insan hayvan ayrımı yapmıştık. İnsanlar, arzularını kontrol edebildikleri için insanlar denmiştik. O zaman da hak vermiştim. Şimdi de aynı görüşteyim. Ben cinsel dürtülerine hakim “olamayan”, çok taciz edesim geldi, ya da tecavüz edeceğim sanırım kendime hakim olamıyorum gibi palavralara pek inanmıyorum. Hayvanlar bile kendi nefislerine hakim olabiliyorken bunu beceremeyen “insanlar” olabileceğini düşünmüyorum. Sorunun kökeninde kadının olduğunu da düşünmüyorum Sayın Çakır. Sorunun her yanında kadın var evet, her yerine bulaşmış, kadın konusu alıp başını gitmiş. Tüm hayat cinsellik üzerine kurulmuş, kadın ana olmuş, bacı olmuş, namus olmuş, fahişe olmuş, ahlaksız olmuş, sorunun kökeni olmuş, cadı olmuş, yakılmış. Bunların hepsinde kadın olmuş merkezde. Ama sorunun kökeninde kadın yok. Kadının tek suçu kadın olarak doğmakmış böyle bir düşünce sisteminde, onu da kendi seçmemiş zaten. Seçseymiş, evet ben seçseydim, yine kadın olurdum. Davranışlarının, sözlerinin sorumluluklarını alan, kendine güvenen, istediklerini giyen, istediği saatte dışarıya çıkabilen bir kadın olurdum. Arzularını dizginleyebilen insan olurdum. Evet evet, her şeyden önce insan olurdum.

mutluluk tanımı 1

Yabancı bir yerdeyseniz mutluluk hergün gri olan havanın güneşli olmasıyla başlar. Gittiğiniz dersin iyi geçmesiyle devam eder. Ardından bere takmadan hatta güneş gözlüklerinizi takarak, kulağınızda hareketli bir şarkıyla bisikletinizle evinize gelmenizle devam eder.

15 Şubat 2011 Salı

utrecht kıyısından akdenize adım atmak

Dün akşam odamda oturuyordum. Nedenini anlamadığım bir şekilde oda arkadaşım başka bir odada kaldı onun yerine de bir İspanyol arkadaş geldi, daha doğrusu Katalan. Bu farka önem veriyorlar ben de saygı duyuyorum. Kızcağız ders çalışacağını söyledi ama hissediyordum o da sıkılıyordu. Laf atmaya başladım, nerdensin, ne okuyorsun, nerden geldin nereye gidiyorsun diye. Başladık sohbet etmeye.
O bana Türkiye'yi politik, dini, sosyolojik her detayıyla sordu, ben de ona İspanya'yı. Dünya görüşlerimizi, bizce nasıl olduğunu, nasıl olması gerektiğini anlattık birbirimize uzun uzun. Hippi olduğunu söyleyen bu genç kadınla aramda öylesine sıcak ve tanıdık bir sohbet geçti ki. Zamanla birbirimize daha da iyi alışacağımızı hissettim birden.
Ben söylemeden o deyiverdi birden: Akdeniz insanın hali bir başka oluyor!
İnsanları sınıflandırmayı ya da ulusçu bir yaklaşımla değerlendirmeyi asla sevmiyorum. Bundan önceki yazımda da böyle bir niyetim yoktu zaten. Sadece kültürlere ait özelliklerle ilgili dem vurmuştum. Ama bu kızın söyledikleri gerçekten de doğru.
Buraya gelmeden önce de İtalyan ve İspanyollarla iyi sohbetler edilebileceğini, bu ülkelere gittiğimde sıcak bir evdeymişim gibi hissedeceğimi düşünüyordum. Henüz gitmedim. Ama hissediyorum herşey güzel olacak.
Üzerimizde varlığını bizden esirgemeyen güneş midir bu kanı ısıtan yoksa sıcak denizler mi bilmem(bu lafı söylediğimde sıcak denizlere inmek amaçlı açılan savaşlara da 'adam haklı beyler' diyesim geldi) ama gerçekten "Akdeniz" insanı bir başka sarmalıyor. (nasıl okumak isterseniz).

14 Şubat 2011 Pazartesi

ben bir şey biliyorum

Kimsenin anlayamayacağı bir şeyi anlıyorum, biliyorum: türkü. Hangi insanoğlu türküyü bilen gibi demlenir yüreğiyle, hangisi başını istemsizce sağa sola sallayabilir, hangisinin içinde bir şeyler kıpırdanır.
Türkü. Gurbet elde, gurbetçinin neden sarıldığını anladığım türkü. Bildiğim, benim olan türkü. Her dinleyişimde gözlerimi dolduran boğazıma koca bir yumruk bırakan türkü. Ben kokan, evim kokan türkü. Ancak anlamak isteyenin anlayabileceği türkü.
İşte gurbetteyken görüşmeyi sıklaştırdığım kadim dostum türkü benim. Yeni kapılar açıyorum burada kendime. Önceden sığınmaya ihtiyaç duymadığım kapılar.
Döndüğümde cebimde yeni dostlar olacak. Her yere götürebileceğim yepyeni dostlar.

aşk her dilde güzel mi?

Oda arkadaşımın bir Alman olmasından mütevellit dillerin çarpışması yaşanıyor beynimde. Burada bin bir çeşit insan var. Hepsi farklı dillerde konuşuyor. Hepsine farklı yorumlar yapabilmek mümkün.
İspanyollar: Dünyanın en bağırarak konuşan insanları. Mutfakta oturuyorduk, birbirlerine bir şeyler anlatıyorlardı.Aman yarabbi, kimseye çaktırmadan kulaklarımı kapatmak zorunda kaldım. Bu kadar kısa mesafede bu kadar bağırarak konuşmak neden acaba?
Fransızlar: Onları dinlemek çok keyifli. Her kelime arasında ööö diyerek düşünmek, r leri söyleyememek. Çok keyifli bir şekilde dinlenebilir.
Almanlar: Dediğim gibi oda arkadaşım bir Alman. O yüzden gayet yakından, ne yazık ki gözlemleyebiliyorum. Ne yazık ki dedim çünkü sahiden de bir Almanla aynı odada kalmanın zorlukları daha şimdiden baş göstermeye başladı. Geçen gece anladığım birşey vardı. Onu sizinle paylaşmak istiyorum. Sanırım bu Avrupalıların çoğu(zira bir İspanyol arkadaş da aynısını yaptı) fısıltı nedir bilmiyorlar. Uyumak nedir, bir odada biri uyuyorsa nasıl davranılmalıdır, odaya misafir geldiyse nasıl sınırlarını bilmelidir gibi sorunları yok. Adamlar o kadar rahat ki. Hani bu oda onun odası, aman uyuyor biraz yavaş konuşalım gibi bir çaba yok.
Türkler: Evet, ben kendimi de eleştirmeliyim. Genellikle kaynaşma işinde zayıfız. Adımı karşımızdakinden beklemekte ısrarcıyız. Konuşma, odada uyuyan varsa ses çıkarmamam gibi durumlarda süper ekstra duyarlıyız. Ve evet, rahatsızlıklarımızı söylemekte çok ama çok zayıfız. Öyle olmasaydı ben gecenin 2sinde benim odamda beni rahatsız eden sese susun demekte bu kadar düşünür müydüm? Sanmam.
Pekiiii bugün 14 Şubat. Kabul etsek de etmesek de, kutlasak da kutlamasak da sevgililer günü. Kutlayanlara benden selam olsun, sevgilinize sarılabiliyorsanız ve mutluysanız ne mutlu size.
Bugün aklıma bir soru geldi: Aşk her dilde güzel mi?
Aşk, sevgi, dostluk,vs. her dilde güzeldir geyiklerine pek de inancım yok aslında. Çünkü benim için aşk kendi dilinde güzel. Değil mi siz karşınızdakini anlıyorsunuz, kimi zaman konuşmadan, duymadan işte o zaman aşk güzel. Böyle bir ilişki için ne lazımdır? Ortak kültür, dil, din... Bunun cevabını bilmiyorum. Bilmek lazım mı onu da bilmiyorum. Ama bir kişiyle aranızda kimsenin anlamadığı, sadece sizin konuştuğunuz bir dil varsa işte o zaman aşk güzel.
Dışarıdan bakan benim için bu iki Alman nasıl olur da birbirlerine şuan, şu seslerle romantik şeyler söylüyor olabilir gibi bir durum söz konusu. İçindeki sizseniz beni umursamanıza gerek yok.
Keşke ben de kendimi umursamasaydım bugün :))
Sevgililer gününüz kutlu olsun!

13 Şubat 2011 Pazar

İnsanoğlunun ne garip varlık olduğunu kendime bakarak bir kez daha anladım bugün. 21 yıldır İstanbul'da yaşıyorum. Tatil amaçlı da olsa İstanbul il sınırlarını geçtiğimiz anda bir hüzün oturuveriyor yüreğime. Sanki arkamda bıraktığım için bana küsecekmiş gibi hissediyorum İstanbul. Ya da ben giderken üzülüyormuş, gitmemi istemiyormuş gibi hissediyorum. Çok saçma ve tam bir hayal ürünü gibi duruyor ama işte böyle hissettiklerim. Hal böyle olunca gittiğiniz heryere İstanbul arka planlı gidiyorsunuz. Ve herşeyi İstanbul'dakiyle karşılaştırmaya başlıyorsunuz.
Bugün Amsterdam'daydım. Birçok kişi gibi benim de merakımı cezbeden Amsterdam. Gittim, gezdim, gördüm. Kafamda İstanbul resmiyle beraber. Farklı bir kültürü görmek, farklı değerleri, inançları incelemek çok hoş. Ama nedendir bilinmez benim içimde her zaman evet gezdik gördüm yatmaya evimize gidelim sesi var. Ev. Gurbette insanın en çok özlediği yer. Çıplak ayakla halılarında özgürce dolaşabildiğiniz, kapıdan girdiğinizde tanıdık yemek kokularıyla mest olabildiğiniz, her karesiyle köşesiyle sizin olan eviniz.
Gittiği heryere kolayca adapte olan "dünya vatandaşları"nı kıskanıyorum. Saklamadan, utanmadan söylüyorum. Evet, sizi kıskanıyorum. Çünkü ben her gezmenin sonunu evimde bitirmek, kendi alanımda sonlandırmak istiyorum. Bir başka yeri evim diye benimsemem çok ama çok uzun zaman alıyor. Bunu yapabilmek benim için takdire şayan. Tebrikler!
Girişte dem vurduğum gariplik konusuna gelince. Benim gibi insanlar işte bu "garip" olanlar. Aslında biraz da memnuniyetsiz hatta evet evet nankör bile denilebilir. Tam 21 yıldır İstanbul'da yaşıyorum. İstanbul'da gülüyorum, eğleniyorum, ağlıyorum, okuyorum, boğuluyorum, mutlu oluyorum... Burada bulunmam sadece 5 ay. Muhetemelen böyle bir 5 ay bir daha bana verilmeyecek. Bu geçici bir süre. Bunun tadını çıkarmak varken yine evini özlemek. Bu hainlik değil de nedir hayata yapılan?
Sunulan böyle güzel fırsatı değerlendirmemek, eskiyi alışılmışı özlemek de neyin nesi!!!!! Garip varlık işte insanoğlu. Ama, yine bir ama, kızamıyorum kendime bir türlü. İçten içe hak veriyorum. Öyle ya çoğu insan kendini güvende hissetmekten mutluluk duyar. Sınırlarını bildiği kendi dünyasının içinde özgür kız pozları keser. Zor olan gerçekten özgürlüğü göğüsleyebilmek.
Hissediyorum, görüyorum. Özgürlüğümle başa çıkmayı öğrendim. Şimdi ona gerçekten sahip olmanın tadına varmaya başlıyorum. Jean Paul Sartre. Aklımı hep kurcalıyor sözlerin. Özgürlük sahiden de büyük bir sorumluluk ve biz özgür olduğumuzu sandığımız, tanıdık dünyamızda aslında görev bildiklerimizi yaşıyormuşuz.
Asıl özgürlük sınırların dışına çıkmakmış, orada hayata tutunabilmekmiş.
Ya da bu benim için öyleymiş.

11 Şubat 2011 Cuma

mutluluk iki parmağınızın arasında!

Başarılı bir reklam kampanyası olmuş yazmadan edemedim. Bunu kim teklif etmiş acaba? Yurt dışına çıkan bir Erasmus genci olması ihtimali bence kuvvetle muhtemel. Yoksa hiçbir slogan o gencin Hollanda'nın sıradan bir mahallesinde girdiği küçük bir bakkal dükkanında Çay Keyfi adlı bisküviyi bulduğundaki mutluluğu daha iyi ifade edemezdi.
Bildiğiniz şeyler, tanıdık yüzler, tanıdık tatlar ve sesler. İşte insanı güvende hissettiren bu tandıklık hali. Değil mi ki "Aman canıııım ne var korkacak, bir çığlık atsam yardımıma bini koşar." diyebiliyorsunuz, işte o an mutlusunuz demektir. Bunun farkına varın.Çünkü mutluluk işte o kadar da basit, o kadar da kısa mesafede duruyor size.

İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı

Buradayken anlamını birkez daha kazanan ünlü mısra. Neden yazmıştır Orhan Veli, nedir yazarkenki duyguları bilmiyorum. Ama buradayken anladığım ve özlediğim bir şey var: ses.
Utrecht küçük bir şehir. Ölçeği kaç olursa olsun bir haritayla hafif bir kafa patlatma seremonisinden sonra yerinizi yönünüzü buluyorsunuz. Bu küçük şehirde gözlemlediğim kadarıyla gençler oldukça fazla. Buna rağmen sokaklarda ses yok!
İstanbul'dayken bazen Beyoğlu'nun uğultusu kulaklarımı ağrıtırdı. Sessiz, sakin bir yerlere gitmek , sığınmak isterdim. Bu amaçla kendimi attığım herhangi bir mekan beni hep kendi müziğiyle karşılardı. Mekanların müzikleri kimlikleriyle eşdeğerdi sanki. Oysa burada hayat öyle sessiz ki. Elbette, kendilerine göre sesler var. Benim gibi sessizlikte ses arayanlar için mecbur birşeyler çıkıyor. Fakat İstanbul gibi rengiyle, ışığıyla, sesiyle insanı ısıtan bir şehirden sonra Utrecht dilsiz!
Sessiz, sakin, kendi yağında kavrulan mütevazi bir şehir. Neyse ne, sesi yok işte buraların.
İstanbul'u dnlemek gözleri kapalı. Veli'nin bu satırlarını hasretle okuyacağımı asla düşünmezdim. Sevmezdim bile O'nun şiirlerini. İstanbul'un boğucu gürültüsünü özleyeceğim aklıma hiç gelmezdi. Oysa şimdi, bütün romantik bakışımla elimde simidim, güneşli, parlak bir havada, Beşiktaş Vapur İskelesi'nin yan tarafındaki banklarda denizden gelen hafif rüzgarı koklamayı, gözlerimi kapayıp İstanbul'un müziğini dinlemeyi hayal ediyorum.
Hayal gücü! Tüm soğuklarda insanın içini ısıtacak yegane dost. Beni yalnız bırakma.

turist olmak

Buraya gelmekle hayatımın öyle çok ilkini gerçekleştirdim ki! Sanırım hepsinin biraraya gelmesi ve böylesine yoğun yaşanması korkutucu. Ama bundan daha da iyisi olamazdı sanki. Yurtdışına çıkışım suyun sıcaklığını kontrol etmeden kendimi denize atmam gibi bir şeydi. Evet, kafamda çok kurdum öyle olabilir, böyle olabilir. Ama asla bilemedim tam olarak ne olacağını. Ve evet, ayak bastığım ilk andan beri aynı hissiyattayım: denize birden atlamışlık hissi. 
Korkutucu ve bir o kadar da heyecan verici bir duygu bu. Eğer maceraperestseniz her kulaç sizin için keyif. Eğer kontrollü biriyseniz, kulaç atarken kollarınız titrer ilerlemeniz yavaş yavaş olur. Peki bu ilerlemeyeceğiniz anlamına mı geliyor? Hayır.
Turist olmak. İşte böyle koca bir denizin içinde insan olmak gibi. Balıkların, su altı dünyasının içine dalmış, dünyasını değiştirmiş olmak gibi. Yabancı olmak ve "yabancı"yı anlamak.