29 Temmuz 2023 Cumartesi

Geçer Akçe

 O kadar uzun süredir sahnede hissediyorum ki başkalarının gözüne güzel gözükmek dışında neler yaptığımı hatırlayamaz oldum. Geçenlerde psikolog seansımda aldığım bir soru hala kulaklarımda uğulduyor. "Sen ne istiyorsun?" Sahiden, ben ne istiyorum?

Bu sorunun cevabını bulabilmek için bir yolculuğa çıktım. Kendimle kendime olan bir yolculuğa. Duyduğunuzda delice bir saçma gelebilir. Kafayı kırdı bu kız da diyebilirsiniz. Belki de kırdım ama yola çıktım. O kadar uzundur bomboş yürüyor gibi hissediyordum ki şimdi ilk defa kendimi gerçek bir yolda hissediyorum. Gelin biraz daha yakından anlatayım. 

Hayatım boyunca başarılı olmak benim için çok önemli oldu. Ben yaptığım işi ya tam yapar en iyisini elde ederim ya da hiç yapmam. Benim tarzım budur. Böbürlenerek, gururla ve göğsümü kabartarak söylerdim bu cümleyi, "bir şeyi ya tam yap ya da hiç yapma". Bunu ne denli başarabildiğim bir kenarda dursun yaptığım şeylerin benim isteklerim mi yoksa toplumda karşılığı olan şeyler mi olduğunu düşündüğümden beri çıktım aslında bu yolculuğa. Başkalarını duymaktan kendime sağır olmuşken buldum kendimi. Yara bere içinde, sırtı kaskatı kesilmiş, omuzları ağırlaşmış, ayaklarının acısına aldırmadan topuklu ayakkabılarıyla yol alırken gördüm. Bu muydu benim istediğim?

Bir şeyleri istemek, "işte bu" demek eskiden çok daha kolaydı. Öyle ya sınavlar vardı önümde, başarılı olunması gereken, aferin alınacak sınavlar. Tek yapmam gereken yaptığımı en iyi şekilde yapmak ve bu sınavlardan en iyi derecelerle geçmekti. Öyle de oldu. Yapabileceğimin hep en iyisini ortaya koydum. Bu cümleyi yazarken içimdeki kötücülden geleni söyleyeyim de gülün: "yaaaaaani, en iyisi buysa tabii bir şey diyemem de, sanki daha iyisi olabilirdi". Durun şuna bir cevabını vereyim: hadi oradan be!

Üniversite yılları dahil girdiğim her sınav benim için hayat memat meselesiydi. Sınavdı, geçilmesi ve maksimum performans sergileyerek ilk bilmem kaçta olunması gerekliydi. Yani anlayacağınız bir çoğunuz gibi ben de kendimi hunharca, hırpalaya hırpalaya belki de döve döve istediğimi sandığım şeylerle oyaladım durdum. 

Tüm bunları bir nefretle ya da pişmanlıkla andığımı düşünmenizi istemem. Aksine bugün buraya gelmemde çok büyük bir katkısı var bu kör zamanların. Hoş şimdi de görüyorum diyemem ama deniyorum. 1 ve 0' larla oluşturduğum evrenimde en büyük bocalamayı iş hayatının ilk yıllarında yaşamıştım. Neyse ki imdadıma performans sistemleri, buna bağlı alınan ücret artışları, terfiler, yöneticilik potansiyelleri gibi yeni uyduruk kavramlar aldı. Oh ne güzel doldurdum günlerimi, zihnimi. Almam gereken yeni apoletler gibi heyecan verici gelirdi bu kariyer basamakları bana. Atmam gereken adımlar, girip de güçlü görünmem gereken toplantılar, vereceğim mesajlar, imajım, kurumu temsiliyetim...Liste uzar gider burada. Yeni şeyler öğrenmeyi çok seven biri için kurumsal iş hayatı belli bir yerden sonra rutin ve sıkıcı bir hal alıyor. Kurumsal eğitimler, atölyeler adeta anaokulunda oynadığım elişi kağıtları gibi gelirdi bana. Belki de bu sebeple fark ettim ve sordum ilk defa "ben ne yapıyorum?" 

İstediğim hayat bu mu? İçi boş unvanlar, hanımlar beyler, topuklu ayakkabılar, bilgilerinize'ler, atılan onlarca mail, akşam iş çıkışı yenen tatsız diyet yemekler, sosyal medya paylaşımları, gidilmesi gereken mekanlar,  markalı kıyafetler, çantalar, bunlar için girilen kredi kartı borçları ve sonra bu borcu ödemek için tüm bir ay daha bu rutine devam etmek. Bu mu sahiden? 

Sonra kendime yeni alanlar açmaya çalışırken buldum kendimi. Yaratıcı yazarlık kursu, gidilen yemek yapma atölyeleri, biraz dil kursu bakmaca... Fark ettim ki bunlar için para ya da zaman ayırmak zaman kaybı gibi geliyor. Neden? Çünkü hiç biri geçer akçe değil. Onlara göre, yani bana değil de genel geçer topluma göre işte. Onlarca bahane sıralandı zihnimde: vakit kaybediyorsun- kimin vakti? paranı bunlara mı harcayacaksın- daha değerli neye harcıyorum? bu yaşına geldin hala daha ne istediğini bilmiyorsun- daaaaaaaaaan! Böyle böyle iyice küstüm sesime ya da sesim sandığım şeye. Yine doldurdum vaktimi, yoğun bir takvimim oldu, doldum doldum doldum ve bir gün klavyenin üzerinde sertçe gezinen parmaklarımın çıkardığı sesle taştım. Ben ne yapıyorum? Burada, bu ait olmadığım, tanıştığıma memnun olmadığım insanlarla ne yapıyorum? Ben kendime ne yapıyorum? Neye inanmıyorum ben? Kendime mi hayatın bana getireceklerinin iyi olabileceğine mi? Ben ne yapıyorum? Bu yaptığım şeyi ne zamana kadar yapacağım? Sevmeden, istemeyerek hatta ayaklarım geri geri giderek daha ne kadar yol yürüyeceğim? 

İşte böyle karar verdim yürüdüğüm yolu değiştirmeye. Bir an gibi anlatsam da bir an olmayan bir çok anın birleşmesiyle içimi, ruhumu, bedenimi bizzat kendi ellerimle sıkıştırıp boğazladığımı gördüğüm an kendimle kendime doğru bir yolculuğa çıkmaya karar verdim. 

Deli saçması, kafa kırması...içimdeki yargıcın lügati oldukça geniş. Onu da duyup, anlayıp her gün bir adım bile olsa yürümeye devam ediyorum. Nereye varacağımı düşünmeden, bazen düşünmemeye özel bir çaban harcayarak. Kendimle yürümeyi hiç unutmamaya niyet ederek. 

10 Eylül 2022 Cumartesi

Şimdi Sinemalarda

Çocukluğumun geçtiği semtte iki sinema salonu vardı. Birinin adı o zamanlar nedenini tam olarak anlamadığım şekilde Oscar diğerininki ise Güney. Oscar sineması istasyonun bir alt paralelindeki caddede hemen köşedeydi. Siyah filmli camlarının üzerine asılı afişler sarı ışıkla aydınlatılır, seyircilerin tüm dikkati vizyondaki ya da “pek yakında” gelecek olan filmlere çekilirdi. Akşam karanlık çöktüğünde pırıl pırıl parlayan ışıkların altındaki afişler beni nasıl büyülerdi, dün gibi aklımda.

Caddenin sonuna doğru yürüyüp ikinci sağdan ilerlediğinizde sağ kolda bir pasaj görürdünüz. İşte Güney Sineması o pasajın içindeydi. Burada oynayan filmlerin afişleri pasajın girişindeki duvarların üst kısımlarına sağlı sollu yerleştirilirdi. Seans saatlerini okumak için boynumuz koparcasına dikkatlice bakardık. Sonuçta eve giriş çıkış saatimizi ailelerimize doğru söylememiz çok önemliydi. Kimse sinema çıkışı kendisini almaya gelen babasını 10 dakika dışarıda bekletmeyi göze alamazdı. Güney Sineması, Oscar Sineması’na göre bana daha az havalı gelirdi. Hem salonları küçük hem de salonlara ulaşabilmek için pasajın bodrum katına inmeniz gerektiğinden her defasında bir ürperirdim sebepsiz. Bu yaşımda hala daha sinema salonundan çıkınca aldığım derin nefesler o günlerin mirası olsa gerek.

Sinema biletini aldıktan sonra midemde uçuşan o kelebekleri hatırlıyorum. Ne büyük heyecandı benim için. Evde film izleyebileceğim bir VHS ya da benzeri bir teknoloji olmadığından mı o kadar büyülüydü bilmiyorum. O anlar kendime kıyak geçtiğim ya da felekten bir kaç saat çaldığım anlar gibi gelirdi. Sanki dışarıdaki dünya durur, herkes benimle aynı filmi aynı dev ekrandan izlerdi. O yüzden her film çıkışında dış dünyaya adapte olmam zaman alırdı. Çocuk ruhuma olduğu kadar gözlerime de büyük geliyordu demek ki izlediklerim.

Bugün olduğu gibi o zamanlar da sinemaya dışarıdan yiyecek ve içecek sokmak yasaktı. Ah bir şeyin yasak olması ne fena! Nasıl cazip kılıyor bu sözcük o yasaklanan şeyi. O an itibariyle canım her şeyi çekerdi, ama sanırım en çok cips. Oscar’ da da Güney’de de cipsler aynı şekilde satılırdı: patates cipsi ve şeffaf bir poşet içerisinde. Bol tuzlu ve yağlı, belki biraz bayatlamış ama çok lezzetli. Çocuk harçlığım bu cipsleri almaya yetmediği için ondan göreceli daha ucuz ve kesinlikle daha bayat olan mısırdan alırdım, tabi ki en küçük boy. Sahi sinemada sürekli taze yapılabilecek bu mısırlar neden bayattı?

Küçük ya da bayat fark etmez, film arasında dakikalarca bekleyip aldığım o mısırdan mutluydum. Filmin diğer yarısının tadını doya doya çıkaracağım mısırımla kalan yarıya hazırdım. Güney Sineması öğrenciler için kampanyalar yapmaya başladığında ben de daha sık sinemaya gider olmuştum. Tabi bu esnada büyümüş ve etrafımda olup biteni daha farklı yorumlar olmuştum. Yan salondan gelen seslere daha bir kaç sene öncesine kadar gülerken artık rahatsız oluyordum. Mısırın tadı canımı sıkıyor, şeffaf paket cipslerin yerine gözüm Doritos’lara kayıyordu. Zamanla koltuklar rahatsız gelmeye başladı. Çok bozmuşlardı çok.Neden daha fazlasını sunamıyordu bu salonlar bana? Bir ses yalıtımı yapmak, taze ürünler sunmak bu kadar zor olmamalıydı. Arkadaşlarımla birlikte yavaş yavaş yeni açılan sinema zincirlerini denemeye başladık. Her yer ışıl ışıl, koltuklar rahat, her şey taze. Kusura bakma Oscar ve Güney, daha da kapından içeri girmem. Sen hak ettin bunu! Öyle de oldu. O kapılardan içeri bir daha girmedim.

Yıllar geçtikçe Oscar ve Güney önce izleyicilerini sonra merak uyandıran filmlerini en sonunda da mekanlarını kaybettiler. Artık istasyonun paralel caddesinde Oscar Sineması yok. Güney Sineması’ nın bulunduğu pasajın duvarlarında popüler markaların logoları asılı. Peki ben neden her iki mekanın da önünden başımı eğip hızlı adımlarla geçiyorum? Neden o mekanların önünden geçen onlarca insana “burada eskiden tüm semtin gittiği sinemalar vardı, biliyor musunuz?” deyip hikayemi anlatmak istiyorum? Ben değil miydim isyan bayrağını çekip kendimi konforlu zincir sinemaların kollarına atan? Ben değil miydim yan salondan gelen filmin sesine kıkırdamayı bırakan, daha fazlasını hak eden? Sahi neydi bu, bir çeşit günah çıkarma mı? Cevabını yakınlarda buldum bu sorunun. Ne günah çıkarmaydı yaptığım ne de basit bir utanç. Çocukluğumun, ergenliğimin ilk heyecanlarını doğru düzgün veda bile edemeden kaybetmiştim. Zaman hızlanmış ben de o zamanın hızına yetişmiş arkama bile bakmadan uzaklaşmıştım oradan. Oscar’da da Güney’de de izlediğim son filmlerin son olduğunu bilmeden kaybetmiştim onları. Çocukluğumun sihirli mekanlarına hoşça kal diyememiştim.

Sahipleri hala hayattalar mı bilmiyorum. Bu yazı dönüp dolaşıp önlerine düşer mi, sanmıyorum. Ama onlarla sohbet edebilsem kalpten bir teşekkür etmek isterdim. Sinemaya gidelim deyince midemde uçuşan kelebeklere, burnumda tüten mısır kokusuna, her şeyden önemlisi çocukluğumu ve ergenliğimi capcanlı hatırlamama sebep oldukları için binlerce kez teşekkür ederim.

Mekanların renkleri gözünüzü boyayacak kadar canlı olabilir ama içinde biriktirdiğiniz anlar, anıya dönüşmüyorsa belki de yanlış filme girmişsinizdir.

28 Nisan 2015 Salı

Tırtılın Derdi

Asansör kapısının önünde, çekimler için alması gereken kızı bilmem kaç saattir beklerken ayaklarına bakıyordu. Pislikten rengi dönmüş bez ayakkabılarının özensizliğinden utanmıştı bir an. Plaza hayatına bu ayakkabılarla asla adım atamayacağını biliyordu. Hoş, plaza insanı olmak gibi bir derdi de kalmamıştı. Dandirik staj programları mülakatlarından bile elenince isyanı basmış, pis bez ayakkabılarını ayağına geçirip düzensiz mesaili, havalı olmayan, hatta leş denilebilecek işleri kovalamaya başlamıştı. Tam şu an mesaisinin 4.saatindeydi.
Üniversitenin ilk yazında pek de havalı olmayan bir şirketin kurumsal iletişim departmanında staj yapma şerefine nail olmuştu. Şirket pek havalı olmasa da departmanının ismi yeterince havalıydı. Bu hava ona da annesine de yetmişti. Stajının ilk günü yazılı olmayan plaza kurallarına uyarak plaza ölüleri kervanında yerini almıştı. Ruhundan eser olmayan kurumsal kıyafetlerini çekmiş, kendini öldürdükçe öldürmüş, öldükçe mutlu olmuştu. Siyah kalem eteği, siyah babetleri, beyaz şifon gömleğiyle tam da hayal ettiği gibi olmuştu. İlk gün çok heyecanlıydı. Henüz ne demek olduğunu tam idrak edemediği beyaz yaka dünyasının kurallarını öğrenmek için can atıyordu. O da sabahları karton bardakta kahve içmeden ayılamamak, toplantıdan toplantıya koşmak, işlerin deadlinelarını kovalamak, scheduleına bakıp insanlara invitation göndermek istiyordu. Bunları yaparsa güçlü olacaktı. Çok güçlü olacak, herkes ona saygı duyacaktı. İşte bugün, stajın bu ilk günü istediği özendiği bu dünyaya ilk adımını rugan siyah babetleriyle atıyordu. Herşey mükemmeldi.
Staja başladığı pek de havalı olmayan bu şirket Maslak’ta eski bir plazada tek katlı bir ofisten ibaretti. Pek de havalı olmamasına rağmen onun için yeterince dikkat çekiciydi. Staja kabul edildiği tebliğ edildiği günden beri nerede şirketin ismini görse (ki çoğu zaman google’a ismini yazıp aynı sayfalara bakmak oluyordu bu) içi içine sığmıyordu. İşte o da bu takımın bir parçasıydı. Hem de, bu pek de havalı olmayan şirketin kurumsal iletişimini yapacaktı.
Kurumsal iletişim...İletişim lafına aşinaydı. Günlük hayatta duyduğu, sakız gibi sündükçe sünen bir mevzuydu hatta onun için. Okulda da çok konuşulan bir konuydu. Ama kurumsal iletişim? “Tam da gizemli beyaz yaka dünyasına yakışacak havalılıkta” diye düşünmüştü staja kabul edildiği tebliğ edildiğinde. En ufak bir fikri olmamasına rağmen bayılarak kabul etmiş, bugün de bayılarak hazırlanıp gelmişti.
Maslak’ta şirketi bulmak zor olmadı. 3 gün öncesinden çıkardığı yol haritasıyla eliyle koymuş gibi buldu şirketi. Hatta biraz erken buldu, kendine kızdı. Kurumsal hayatın havalı insanlarının randevularına ufak da olsa geç kaldığını kuzenleri konuşurken duymuştu. İnek öğrenciler gibi tam saatinde orada olduğu için havalı olmaktan bir adım uzaklaşmıştı. Birden siyah rugan babetleri geldi aklına. Hala parlaklardı, babetlerde kendi yansımasını gördü belli belirsiz. Bir özgüven konuşması yaptı içinden sessiz ve plazanın kapısından girdi.

Danışmaya yöneldi, cılız bir sesle “günaydın, kolay gelsin” deyip bugün pek de havalı olmayan şirkette kurumsal iletişim departmanında ilk günü olduğunu söyledi. Canına yandığı danışmadaki sevimsiz kadın, sanki onun bu dünyaya ait olmadığını anlamış gibiydi. Buz gibi bir ses ve mahkeme duvarı gibi bir suratla “bekleyin” dedi. Canı sıkıldı. Beklerdi beklemesine, beklemişti zaten 3 ay staja kabul edilmeyi de kadın onun buraya ait olmadığını nereden anlamıştı. Kenardaki koltuklara yöneldi ve başladı beklemeye. Plazaya giren çalışanlar danışmanın yüzüne bile bakmadan ellerindeki beyaz kartı okutup turnikeden geçiyorlardı. Danışmadakiler de onların yüzüne bakmıyordu zaten. Arada kendisi gibi danışmaya soru soran insanlar geliyordu. ama onlar, onun gibi cılız sesle konuşmuyorlardı. Günaydın da demiyorlardı, soru sorup fönlü saçlarını savurarak ya da manşetlerini karizmatik şekilde çekiştirerek danışmanın onları yönlendirdiği yere doğru oturuyorlardı. Bu manzaralara şahit olduktan sonra iyiden iyiye morali bozuldu. Ona neydi ki danışmadaki kadına işin kolay gelip  gelmemesinden, bok vardı onu ekleyecek. Danışmadaki kadın bile anlamıştı işte onun çömez olduğunu, ona oturma alanını bile göstermemişti. Kalbi kırılmıştı, plazanın kum rengi duvarları üstüne üstüne geliyordu. Bugün bu moralle nasıl geçecekti acaba diye düşünürken tanıdık bir sima gördü. 

26 Mart 2015 Perşembe

Bir Reçel Hikayesi

Herkesin annesi gibi benim annemin de eli pek lezzetlidir. Bilenler bilir zeytinyağlı sarması efsanedir. Reçellerinin ise müdavimleri vardır. Mesela kuzenim özellikle portakal reçeline bayılır. Ablam kahvaltılarda şeftali, çay yanına meze yapmaya da ayvayı favorilerine almıştır. Babam, annemin yapımı olsun da ne olursa olsun kafasında. Benimse çocukluktan beri en çok sevdiğim çilek reçelidir. Rengi mi yoksa kokusu mu, yoksa çileğin çocuklar arasındaki dayanılmaz popülerliği midir bilinmez, küçükken tanelerini ayırarak yediğim çilek reçelini şimdilerde özellikle beyaz peynirli ekmeğimin üzerine son rötüş atarken zevkle tüketirim.
Reçel bizim evin olmazsa olmazıdır. Hani bazı hanelerde turşunun bir mevsimi vardır da kavanozlar, sebzeler, tuzlar dört koldan hazırlanır ya, işte bizim için de reçel o şekilde kutsal rutinde hazırlananlardandır. Meyve en doğru mevsiminde özenle seçilir: tadı, kokusu, boyutları çok önemlidir annem için. Kimse alınmasın ama annem nice  gurmelerden daha özenli, pek bilmiş gıda mühendislerinden çok daha tekniğe hakimdir.
Çocukken evimizdeki o büyük reçel kazanından korkardım. Müthiş rengi ve kokusuyla beni cezbeden bu reçelin kaynarken üzerime dökülmesinin hayali bile tencereye uzaktan selam çakmama yeterliydi. Ama hiçbir zaman annemin reçel merasimini kaçırmazdım. Çilekleri hazırlayıp şekere yatırdığında gizli gizli o çilekleri mideye indirmek kaçırılabilecek türden birşey değildi. Meyveler sularını iyice salıp artık benim için çiğ yenemeyecek, annem için de ideal kaynama kıvamına geldiğinde ocağın ateşi yanar biz de doğru mutfağa yollanırdık.
Şu hayatta en huzurlu koku kapıdan girdiğinizde sizi karşılayan taze reçel kokusudur. İşte o kokunun her anına şahit olmaktı benim çocukken edindiğim işim. Annem tencerenin başından bir dakika bile ayrılmazken ben de onun gölgesinde olan biteni izler dururdum.
25 yaşındayım. Evimizde tencerelerce reçel kaynadı. Kuzenim için portakal, ablam için şeftali ve ayva, benim için çilek kavanozları ayrıldı. Reçeller hala parlak ve tüm GDO hikayelerine rağmen meyveler hala lezzetli. Bense hala bu reçellerin nasıl bu kadar parlak ve lezzetli olduğuna vakıf olamadım. Bence annem bana çaktırmadan içine başka birşeyler koyuyor ya da gizli bir dua okuyor reçel kaynatırken.
Kendi evime çıkınca çok sevdiğim bir arkadaşım “yemek tarifleri defteri” almıştı bana. Cicili bicili bir kapağı var bu defterin, yemek tariflerinin yazılacağı sayfalarsa kategorilendirilmiş: zeytinyağlılar, hamurişleri, reçeller... Bir türlü elim gitmedi o defteri kullanmaya. Annemden tarif alıp oraya not almak istemedim, nedensiz. Her defasında, arayıp “Anne, şimdi bu tarhanayı yaparken ne kadar önceden ıslatmalıyım?” sormak benim için çok daha kolay geldi.
Yakınını ya da çok sevdiği birini sonsuza dek kaybetme korkusunu yaşayanlar beni iyi anlar.
Şair demiş; sizin hiç babanız öldü mü, benim bir kere öldü kör oldum. Haklıymış.
Cumartesi günü annemin geçirdiği kalp krizini öğrediğimde kör oldum. Yalnız oldum, kimsesiz oldum. Sonrası mı?
Şaire saygım sonsuz. Hastane köşesinde çaresizlikten yorgun düşmüş şekilde doktorların ağzının içine bakarken aldığımız güzel haberle yüreğimize su serpildi. Aniden kör olan birinin yeniden görmeye başlaması gibi: tarfisiz, eşsiz, yorgun bir mutluluk.
Şüphesiz dünyanın belli bir döngüsü var (bu dönemde etrafımdakilerin tüm nefret dolu bakışlarıma rağmen defalarca tekrarladığı gibi!). Ama annenizin biricik kızı, babanızın kuzusuyken onların yokluğunu bir an bile hissetmek tokat gibi. Koca dünyada köksüz, yalnız, kimsesiz hissediveriyorsunuz.
Yanlışları tek bir klavye hareketiyle geri almaya öyle alışmışız ki zannediyoruz ki kaybettiklerimizi de geri getirebileceğiz. Oysa bak ne diyor Cemal Süreya: “benim bir defa öldü, kör oldum”. Bir defa ölür sevdikleriniz. Sonrasında kaybettikleriniz hanenize yazılır da yazılır. Annemi kaybetseydim bir daha geri kazanamayacaktım, bir daha asla konuşamayacak onun sesini duyamayacak, asla birlikte kahve içemeyecektik. Bir daha asla yemeklerini yiyemeyecek asla ama asla yemek tarifi alamayacaktım. Çünkü kaybetmiştim bir defa onu. Oysa ben hala daha çilek reçelinin nasıl o kıvamda yapıldığını öğrenemedim ya da zeytinyağlı sarmanın dibinin tutturmadan nasıl pişirileceğini bilmiyorum. Neden tarif defterine elimin uzanmadığını anlıyorum şimdi. Ben o tarifleri annemin sesinden dinlemeyi onun elinden yemeyi seviyorum.

Dönülmez akşamın ufkundayken vakit çok geç! 

18 Mart 2013 Pazartesi

Gölge


Her gün aynı güne uyansak sıkılırdık muhtemelen. Hatırlıyorum yazın o şahane güneşinden utanmazca sıkılıp “ay bi yağmur mu yağsa ne” diye serzenişte bulunduğumu. İnsan evladının özünde var galiba hep daha fazlasını, en fazlasını istemek.
Uyandığımız her günün farklı maceralar getirmesi de zor olsa gerek. Şahsım adıma konuşuyorum tabi ki. Öyle meslekler var ki her dakikası ayrı bir hikaye; bunlara kıyasla benim hayatım ana hatlarıyla tarif edilebilir nitelikte!
Aynalara bakıyorum bu sıralar. Mecazi anlamda söylüyorum; tabi ki tüm gün aynaların karşısında kendimi izlemiyorum fiilen.
Aynalara bakıyorum her dakika.
Her insanın yüzünde arıyorum kendimi, hayatımdan bir parça.
Neden yapıyorum bunu bilmiyorum.
Galiba bir şeylerin tanıdık gelmesini istiyorum.
Aynalara bakıyorum.
Aydınlık ferahlık denen aynaları arıyorum.
Her surette, her nefeste işte diyorum 3 yıl öncesi
İşte şu da gelecek belki.
Böyle yazdığıma bakmayın, aynaya bakmak çok yorucu. En azından benim için.
Çünkü ben hem yaşadığım beni hem de kendimi arıyorum.
Bir de bir ağacın gölgesini özlüyorum.
Kökleri derinlere uzanan, en cabbar fırtınalara dirençli, kollarını semaya kaldırmış, koskoca bir ağacın gövdesini özlüyorum. Gölgesinde saatlerce miskinlik edebileceğim, her anımda koşup saklanabileceğim gölgesini özlüyorum.
Arayan mevlasını bulurmuş, kim bilir ben de bir gölge bulurum belki.

18 Şubat 2013 Pazartesi

Benim Hikayemden


Çocukluğumdan beri hep sevdim hikayeleri. Kahramanların başlarına gelenlere öyle kaptırırdım ki kendimi hepsi kanlı canlı birer insan olurlardı. Hep sevmişimdir okumayı, hala da seviyorum. Şiiri ayrı, hikayeleri ayrı. Hikayelerin yeri ayrı özel. Özel, çünkü tüm o kahramanlar küçük kutulardır benim için. İçleri sırla dolu küçücük kutular. Bir hikayeyi okuyup da o kahramanların sırlarına ortak olduğumda kendimi diğerlerinden farklı hissederdim.
Tıpkı o kahramanlar gibi hepimiz farklı hikayeleri taşıyoruz içlerimizde. Hepimiz küçücük kapalı kutularız bir başka deyişle. Hepimiz taşıdıklarımızla sağa sola çarpıyor, bata çıka bir yola gidiyoruz. Hikayelerimiz başka hikayelerle birleştiriyoruz zaman zaman. Başkalarının hayatlarına konuk oluyoruz; kimilerinden hiç gitmiyoruz.
Benden hiç gitmeyen hikayeler oldu. Ben hiç unutmam çünkü yolda rastladıklarımı. Kimileri vardır, salt kendi yollarında akmaya odaklanmış. Salt kendi mutlulukları, kendi hayatlarıdır önemli olan. Kimileri vardır kendi hayatlarına sarılmak şöyle dursun dokunmazlar bile başkalarını mutlu etmek derdinde. Kimileri, ki ben bu kategorideyim sanki, inceden inceye alırlar etraflarındaki tüm kapalı kutuları içlerine. Yolda rastladıklarının hikayelerini içselleştirirler, onları kendi türküsü gibi söylerler, mızrap olur sazlarını çalarlar. Kendi hayatlarına morlar, turuncular katarlar. Mutlu olurlar. Sonra bir zaman gelir; yolda rastladıkları bencil hikayeciler pılı pırtılarını toplayıp kendi yollarına koyulurken bizim morlar turuncular isimsiz kalır. Onlar “kafalarını dinlerken”, bizimkiler kafalarını dinler gönülleriyle sohbetteyken.
Siz siz olun yazdığınız, taşıdığınız hikayeyi iyi bilin. Yolda rastladıklarınıza da iyi bakın. Onlar sizden farklı olabilirler; unutmayın herkesin hikayesi farklıdır bu hayatta. Morları turuncuları kaybetmeyin; en azından kaybettirmeyin.

15 Ocak 2013 Salı

Başlangıç

Hep inandığım ve ısrarla söylediğim bir şey var: insanların en büyük sorunu zamanla!
Zamana hapsolma, sabredememe, geç kalma ve daha niceleri. Bazen kolumuzdaki saatin akrep ve yelkovanıyla, bazen cep telefonumuzun sağ üst köşesindeki dijital göstergeyle savaşırız. Hep bir koşma, bir yere yetişme hali mevcuttur.
Tüm bunların arasında en zorlayıcısı belki sabır. İnsan evladının zamanla imtihanı adeta! Saatler geçmek bilmez, 24 saat 24 gün şiddetiyle yaşanır, her sabah gece olması ümidiyle uyanılır. Oysa fark etmek zor olmamalı: zaman her şeyi çözer; su akar yolunu bulur.
Hayat zamanla mücadeledir bazen. Bu aralar hissettiğim en çok bu, bu sebeple içimden akıyor bunlar. Ama dönüp baktığımda gördüğüm manzara hatalar, güzellikler, siyahlıklar, beyazlıklar, turuncular, pembeler rengarenk zamanlar.
Dönüp baktığımda gördüğüm her hata, her siyah bir şeyler katmış, bir şeyler öğretmiş. Şimdi cebimde öğrendiklerim, elimde kalemim yeni rotaların, yeni denizlerin peşindeyim. Hür, korkusuz, yürekli. Tam bir denizciye yakışır şekilde!