O kadar uzun süredir sahnede hissediyorum ki başkalarının gözüne güzel gözükmek dışında neler yaptığımı hatırlayamaz oldum. Geçenlerde psikolog seansımda aldığım bir soru hala kulaklarımda uğulduyor. "Sen ne istiyorsun?" Sahiden, ben ne istiyorum?
Bu sorunun cevabını bulabilmek için bir yolculuğa çıktım. Kendimle kendime olan bir yolculuğa. Duyduğunuzda delice bir saçma gelebilir. Kafayı kırdı bu kız da diyebilirsiniz. Belki de kırdım ama yola çıktım. O kadar uzundur bomboş yürüyor gibi hissediyordum ki şimdi ilk defa kendimi gerçek bir yolda hissediyorum. Gelin biraz daha yakından anlatayım.
Hayatım boyunca başarılı olmak benim için çok önemli oldu. Ben yaptığım işi ya tam yapar en iyisini elde ederim ya da hiç yapmam. Benim tarzım budur. Böbürlenerek, gururla ve göğsümü kabartarak söylerdim bu cümleyi, "bir şeyi ya tam yap ya da hiç yapma". Bunu ne denli başarabildiğim bir kenarda dursun yaptığım şeylerin benim isteklerim mi yoksa toplumda karşılığı olan şeyler mi olduğunu düşündüğümden beri çıktım aslında bu yolculuğa. Başkalarını duymaktan kendime sağır olmuşken buldum kendimi. Yara bere içinde, sırtı kaskatı kesilmiş, omuzları ağırlaşmış, ayaklarının acısına aldırmadan topuklu ayakkabılarıyla yol alırken gördüm. Bu muydu benim istediğim?
Bir şeyleri istemek, "işte bu" demek eskiden çok daha kolaydı. Öyle ya sınavlar vardı önümde, başarılı olunması gereken, aferin alınacak sınavlar. Tek yapmam gereken yaptığımı en iyi şekilde yapmak ve bu sınavlardan en iyi derecelerle geçmekti. Öyle de oldu. Yapabileceğimin hep en iyisini ortaya koydum. Bu cümleyi yazarken içimdeki kötücülden geleni söyleyeyim de gülün: "yaaaaaani, en iyisi buysa tabii bir şey diyemem de, sanki daha iyisi olabilirdi". Durun şuna bir cevabını vereyim: hadi oradan be!
Üniversite yılları dahil girdiğim her sınav benim için hayat memat meselesiydi. Sınavdı, geçilmesi ve maksimum performans sergileyerek ilk bilmem kaçta olunması gerekliydi. Yani anlayacağınız bir çoğunuz gibi ben de kendimi hunharca, hırpalaya hırpalaya belki de döve döve istediğimi sandığım şeylerle oyaladım durdum.
Tüm bunları bir nefretle ya da pişmanlıkla andığımı düşünmenizi istemem. Aksine bugün buraya gelmemde çok büyük bir katkısı var bu kör zamanların. Hoş şimdi de görüyorum diyemem ama deniyorum. 1 ve 0' larla oluşturduğum evrenimde en büyük bocalamayı iş hayatının ilk yıllarında yaşamıştım. Neyse ki imdadıma performans sistemleri, buna bağlı alınan ücret artışları, terfiler, yöneticilik potansiyelleri gibi yeni uyduruk kavramlar aldı. Oh ne güzel doldurdum günlerimi, zihnimi. Almam gereken yeni apoletler gibi heyecan verici gelirdi bu kariyer basamakları bana. Atmam gereken adımlar, girip de güçlü görünmem gereken toplantılar, vereceğim mesajlar, imajım, kurumu temsiliyetim...Liste uzar gider burada. Yeni şeyler öğrenmeyi çok seven biri için kurumsal iş hayatı belli bir yerden sonra rutin ve sıkıcı bir hal alıyor. Kurumsal eğitimler, atölyeler adeta anaokulunda oynadığım elişi kağıtları gibi gelirdi bana. Belki de bu sebeple fark ettim ve sordum ilk defa "ben ne yapıyorum?"
İstediğim hayat bu mu? İçi boş unvanlar, hanımlar beyler, topuklu ayakkabılar, bilgilerinize'ler, atılan onlarca mail, akşam iş çıkışı yenen tatsız diyet yemekler, sosyal medya paylaşımları, gidilmesi gereken mekanlar, markalı kıyafetler, çantalar, bunlar için girilen kredi kartı borçları ve sonra bu borcu ödemek için tüm bir ay daha bu rutine devam etmek. Bu mu sahiden?
Sonra kendime yeni alanlar açmaya çalışırken buldum kendimi. Yaratıcı yazarlık kursu, gidilen yemek yapma atölyeleri, biraz dil kursu bakmaca... Fark ettim ki bunlar için para ya da zaman ayırmak zaman kaybı gibi geliyor. Neden? Çünkü hiç biri geçer akçe değil. Onlara göre, yani bana değil de genel geçer topluma göre işte. Onlarca bahane sıralandı zihnimde: vakit kaybediyorsun- kimin vakti? paranı bunlara mı harcayacaksın- daha değerli neye harcıyorum? bu yaşına geldin hala daha ne istediğini bilmiyorsun- daaaaaaaaaan! Böyle böyle iyice küstüm sesime ya da sesim sandığım şeye. Yine doldurdum vaktimi, yoğun bir takvimim oldu, doldum doldum doldum ve bir gün klavyenin üzerinde sertçe gezinen parmaklarımın çıkardığı sesle taştım. Ben ne yapıyorum? Burada, bu ait olmadığım, tanıştığıma memnun olmadığım insanlarla ne yapıyorum? Ben kendime ne yapıyorum? Neye inanmıyorum ben? Kendime mi hayatın bana getireceklerinin iyi olabileceğine mi? Ben ne yapıyorum? Bu yaptığım şeyi ne zamana kadar yapacağım? Sevmeden, istemeyerek hatta ayaklarım geri geri giderek daha ne kadar yol yürüyeceğim?
İşte böyle karar verdim yürüdüğüm yolu değiştirmeye. Bir an gibi anlatsam da bir an olmayan bir çok anın birleşmesiyle içimi, ruhumu, bedenimi bizzat kendi ellerimle sıkıştırıp boğazladığımı gördüğüm an kendimle kendime doğru bir yolculuğa çıkmaya karar verdim.
Deli saçması, kafa kırması...içimdeki yargıcın lügati oldukça geniş. Onu da duyup, anlayıp her gün bir adım bile olsa yürümeye devam ediyorum. Nereye varacağımı düşünmeden, bazen düşünmemeye özel bir çaban harcayarak. Kendimle yürümeyi hiç unutmamaya niyet ederek.