27 Şubat 2011 Pazar

KADIN- ERKEK- MAHREM

Sorunlara çözüm sunmak beni her zaman korkutmuştur. Nedenini tam olarak ben de bilmiyorum belki sosyal sorunlara çözümler genelde politikacılar tarafından sunulduğu ve politikacıların da genelde sevilmediğindendir. Aslında sevilmek ya da sevilmemek konusunda büyük bir kaygım yok. Ama yine de insanların arkamdan kötü konuşmasını, onları anlamamış olmayı ve bazı grupların canını yakıyor olmayı hiç istemem. Çoğu zaman sosyal sorunlara getirilen çözümler böyle sorunlara yol açtı. Birileri anlaşılmadı, birileri fazla “anlaşıldı”.
Ama bugün, çok değer verdiğim bir hocamın, yol göstericimin ricasını kırmayarak, sorunlara kendi çözüm önerilerimi paylaşmak istiyorum. Bunlar doğrudur yanlıştır demiyorum. Bunlar yapılsın da demiyorum. Sadece yaptığım karşılaştırmalardan yola çıkarak birkaç öneri sunuyorum.
Bundan önceki yazımda sinirimi dizginlemeye çalışarak da olsa yine sinirlenerek taciz, kadın, dekolte, tacizin meşruluğu konularına değinmeye çalışmıştım. Bu konularda hala yazıyor olmak beni çok rahatsız etse de ne yazık ki konuşmak gerekiyor. Çünkü bugün hala Fatmagül’ün Suçu Ne? Diye bir dizinin tecavüz sahnesi reyting rekorları kırıyor. Ve bu dizinin bilgisayar oyunu (erkeklerin Fatmagül’ü yakalayıp tecavüz ettiği) insanların beğenisine sunuluyor.
Hal böyle iken, bu cinsel açlığın ve hatta belki bunalımın göz ardı edilmemesi gerekiyor. Ve işte ben de burada ses çıkarıyorum. Tam olarak bu kelimede: göz ardı etmek.
Türkiye nüfusunun büyük bir çoğunluğu Müslüman. İktidardaki parti muhafazakar bir parti. İnsanların çoğu için cinsiyet kelimesi garip. "Kadın" ayıp. "Bayan" kibar ve tercih edilebilir. Kadın- erkek ilişkisi konuşulmaz. Cinsellik, cinsiyet öyle saklı, öyle gizli ki insanlar bu kelimelerin manalarını bile ancak "büyüyünce" öğrenebiliyorlar. Karşı cinsi tanımak ancak evlenilecek yaşa geldiğinde mümkün. Bunu derken bir şeyin altını çizmek istiyorum. Karşı cinsi tanımak ifadesindeki amacım insanların genç yaşta cinsel ilişkiye girmesi değil.(bu konu beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor, herkes kendi seçimlerini yapsın ve onu yaşasın; hayat da bayram olsun). Sadece karşı cinsle ilişki kurmak. Bugün bir kadın olarak şunu diyebilirim ki birçok kadın erkek arkadaş edinmiyor. Çünkü bir erkek onlar için potansiyel sevgili ya da koca. Çoğu kimse bir kadın ile bir erkek arasında arkadaşlık, dostluk ya da kardeşlik olacağına inanmıyor ne yazık ki. İnanmadıkları gibi “nefis bu kendini tutamayabilir “gibi de zırvalıklar üretiyor. Bunların hepsi boş laf oysaki. Bir kadın ve bir erkek arkadaş olabilir, dost olabilir, yan yana, kol kola, omuz omuza yürüyebilir. Bunu anlamak çok şey değiştirecek. O zaman erkek kadın için korkulacak bir şey olmayacak bence. O zaman kadın da erkek için taciz edilecek bir cinsel obje halinden çıkacak. Önemli olan her iki cinsiyetin de temelde insan olduğunu görmek, anlamak ve ona göre yaşamak.
Bu tür bir anlayışın gelişebilmesi için gerçekten de sorunun kökenine inmek gerekiyor. Çocukluğa. (bunun da tam bir köken olduğunu söylenemez, ama bireyin kişisel tarihi açısından en eski yer denilebilir bir anlamda).
 Çocukların nasıl ve ne anlayışlarla büyütüldüğünü incelemek ve sonuçlara varmak gerekiyor. Bugün dünyanın deneyimlediği 2 büyük dünya savaşından ders almamışçasına oğlunuzun eline oyuncak silah verip oynamasını bekliyorsanız, 18ine geldiğinde ona ruhsatlı silah alma hakkı sağlıyorsanız şiddeti körüklüyorsunuz demektir. Buna karşılık kızınıza oyuncak bebekler, çay takımları, oyuncak ev aletleri, oyuncak makyaj takımları alıp evin içinde iş yapma pratiklerini gelişltirmesine yardım ediyor ve "oynamasını"bekliyorsanız, 12sine geldiğinde oturmasına kalkmasına dikkat etmesi gerektiğini öğütlüyor, 18ine geldiğinde “evlenecek” yaşa geldiğine inanıyor ve inandırıyorsanız, kadını erketen ayırıyor, evin içine, korunması gereken olarak konumlandırıyorsunuz demektir.
Çok küçük yaşta başlıyor cinsiyet rolleri çocuklara aşılanmaya. daha doğmadan hazırlanıyor,kız çocuklar pembelere bürünüyor, erkekler mavilere. Kimliklerimizin rengi bile farklı, peki neden? Kadın olmak ne demek? Erkek olmak ne demek? Aradaki fark ne? Neden böylesine bir farkla iki ayrı yol çiziliyor ki önümüze? Neden erkek, kadın için “öteki” ya da “karşı” cins?  Benim için tüm bu sorular bazı sorunların çözümü için birer anahtar.
Bunları yazarken yurt dışındayım, Hollanda’da. Burada farklı ülkelerden bir sürü insan var. Kaldığım yurtta kız erkek karışık kalıyoruz. Her yer ortak alan. Kadınlar istediklerini ve çoğu zaman benim için iddialı sayılabilecek kıyafetler giyiyorlar. Mini etekleriyle bisiklet kullanıyorlar. Ve inanın henüz bir kişi bile görmedim ki dönüp böyle bir kadına baksın. Bir yeri görünsün, bir yerine dokunalım, taciz edelim gibi bir çaba yok erkekte. Kadın gece vakti yolda öylesine rahat yürüyor ki. Çünkü kadın da erkek de farkında: ikisi de temelde insan. İkisi de yasalar önünde “eşit”. Gerçekten eşit ama, lafta kalan bir eşitlik değil bu.
Ah Avrupa ahlakı, sanatı, vs gibi batı özentisi laflar etmek değil amacım. Aksine özenti tavırlara karşıyımdır her zaman. Buraya Türkiye’den gelip “ay bizim ülkemizde böyle çok kötü, şöyle çok kötü “diyip yumurtadan çıkıp kabuğunu beğenmeyenlerle doğru mu yapıyorum bilmiyorum ama konuşmuyorum bile. Çünkü sinirlerim bozuluyor. Milliyetçi biri değilim. Sinir bozukluğum da bundan değil. Ben de eleştiriyorum bazı şeyleri. Paylaşıyorum arkadaşlarımla. Ama hiçbir zaman “ay medeniyet dediğin bu” ayaklarında özenerek bir şeyleri anlatmıyorum. Her şeyin bir nedenin olduğunun farkındayım en azından. Her neyse, dediğim gibi amacım asla aman Avrupa yaman Avrupa demek değil.
Sadece farkı fark etmeyi sağlamak istiyorum. İnsanlar saklanmıyorlar, vücutlarını da beyinlerini de ruhlarını da saklama ihtiyacı duymuyorlar. Bu onları teşhirci de yapmıyor. Bir şeyler “yasak” olmayınca onu yapma gereği de duymuyorlar. Tıpkı burada belli miktarda uyuşturucu taşımanın serbest olması gibi. Kafası güzel öyle çok arkadaş var ki. Bir tanesinde bile saçma sapan bir hareket, sapıkça bir eğilim görmedim. He uyuşturucu serbest olsun demek mi bu? Hayır. Ben temelde insan beyninin uyuşmasına karşıyım. Sadece şunu söylemek istiyorum. Bir şeyleri yasaklamak, yasak kılmak çoğu zaman o şeye duyulan özlemi, arzuyu arttırır. Şiddete gebe bir arzu. Can acıtmaya, zarar vermeye eğilimli ruh.
Belki bazı şeyleri görünür kılmak onun daha az göz önünde olmasını sağlar Elif Şafak’ın Mahrem’de anlattığı . Ne kadar göz önünde olursan, o kadar saklanırsın. 

23 Şubat 2011 Çarşamba

S.K.T.

Önemli harfler: S.K.T. Nam-ı diğer son tüketim tarihi. Markette ambalajların oraları buraları karıştırılır şu harflerin işaret ettiği tarihe ulaşılmak için. Ulaşılınca bir hesap yapılır: "İyi, daha çok var." ya da "Çok az kalmış, almayalım." gibi bir cümleyle biter arayışın sonu. Ürün ya market arabasına kurulmuştur ya da rafta S.K.T.'sinin gelmesini ve çöpe atılmayı beklemeye terk edilmiştir.
İnsanların zamanı böylesine kontrol edebildiklerini zannetmeleri çok değişik aslında! Mesela ben az önce sıvı yağ şişesindeki tarihe bakıp, ilk önce iyi daha çok varmış dedim ve sonra hafiften buruk bir iç geçirdim. Evet, kim bilir o zaman nerede olacaktım?
Daha çok vardı. Buraya gelmeme bu maceraya da çok vardı ama oldu. Büyümeme, üniversiteye gitmeme daha çok vardı. Mezuniyet? Düşünmeye gerek bile yoktu daha çok vardı. Oysa insan büyüdüğünde, zaman geçtiğinde ve geriye dönüp baktığında aslında hepsinin S.K.T.'si yakın birer ürün olarak rafta beklediğini görüyor. Tek tek tüketilmeye hazır beklenen zamanlar!
Tüketilmeye hazır, hap gibi yutulmaya. Sunulmuş, sıraya da dizilmiş. Sizin yapmanız gereken sadece onu alıp arabanıza atmak. Önceden doğranmış, kullanıma hazır domates konserveleri gibi. Her şey elinizin altında. Tıpkı o konserveler gibi bunların da S.K.T si var o yüzden ne olur ne olmaz acele etmek gerekir.
Acele, koş, al, tüket, uyu, büyü? Sahi o ninninin devamı neydi?
Uyusun da büyüsün ninniii
Tıpış tıpış yürüsün ninniii!
Tamam annem, zaten uyucam bu biyolojik bir ihtiyaç, e bir mani olmazsa da büyüyeceğim. E kuvvetle muhtemel yürüyeceğim de. Neden şimdi böyle bir ninniyle bana bunları iş haline getirdin ki? Neden her şeyin üzerine: tamam yapıldı! şeklinde bir onay çakmak zorundayız?
Sıvı yağ şişesi bana bir şeyi öğretti az önce. Zamanın sana neler getireceğini asla ve asla bilemezsin insanoğlu! Planlar yaparsın, kurarsın kafanda, bir de "inşallah" dersin ama içten içe olacağına kesin gözüyle bakmaktan kendini alamayarak. Sonra? Sonra zamana bırakırsın istemeye istemeye. Ve zaman belirler ne olacağını. Sen değil. O yüzden dedi sıvı yağ şişesi S.K.T me bakıp "o zamana kadar ben..." diye boş yere hayaller kurma, dön önüne yemeğini bitir hadi!

22 Şubat 2011 Salı

özgürlük?

Buraya geldim geleli kendimi daha özgür hissediyorum doğru. Peki ama neden? Özgürlük nedir ki temelde? Nasıl hissedersin özgür olduğunu?
Buranın İstanbul'dan tek farkı var aslında temele bakıldığında: ben burada kavga etmiyorum zamanla! Evet, başlarda anlaşamadığımız doğru. Çok da didiştik neden geçmiyor diye. Oysa şimdi aramız gayet iyi. Onu akışına bıraktım, kendimi de dalgalarına. Birbirimizle kavga etmemeye başladık. Sevmeye başladık hatta birbirimizi.
Oysa İstanbul'dayken: Türkün Zamanla İmtihanı'ydı benim yaşadığım. Saat bilmem kaçta şurada olmalıyım, sonra çıkıp şu otobüsle şuraya yetişmeliyim, yarına şunları hazırlamalıyım, şunu almalıyım,vs.gibi 24 saatin içine sığması zor, insanüstü çabalarla günü kendime zehir ediyordum.
Buradaki arkadaşlar okulumun Boğaz manzaralı olduğunu duyunca klasik tepkiyi veriyorlar (o okulda okumayan herksin verdiği tepki ki artık evrenselleşti benim için): Orada nasıl ders çalışabiliyorsunuz? Bunu dedikten sonra neler dediler bilmiyorum. Çünkü benim kulaklarım çoktan uğuldamaya başlamıştı bile. Düşündüm. Okul hayatım film şeridi gibi geçti gözümün önünden hatta. Hep aynı kare geldi aklıma. Kuzeyden güney meydana inerken ki o yokuş. Hani Petek'in sağınızda kaldığı güzel manzaralı yokuş. Oradan geçerken de çoğu zaman bu tartışmayı tüttürmüştük arkadaşlarla: şu manzaranın tadını çıkaramıyoruz lanet derslerden, ufff!
Sahiden tadını çıkarmamıza engel olan dersler miydi? Yoksa bizzat kendimiz mi çıkarmak istemiyorduk? Nedense ikinci teklif daha acı ve gerçekçi duruyor karşımda. Ben istemediğim için görmüyordum manzarayı, güneşi, boğazı, baharda açan erguvanları. Ben istediğim için oradan koşar adım iniyordum, sağıma bakmadan. Ben istediğim için derslere suçu yüklüyordum çünkü bu daha kolaydı sorumluluğu kendime yüklemekten. Çünkü eğer bunun da sorumlusu ben olsaydım bu da bir görev, 24 saate sıkıştırılması gereken bir olarak ajandaya yazılacaktı. Peki hayattan tat almak bir iş miydi? Yapılması gereken ve daha sonra üstüne tik atılması gereken alelade bir iş mi?
Ne zaman ki zamanla kavgaya keserim döndüğümde, işte o zaman özgür olduğumu hissederim İstanbul'da. Bunu derken bile hala inanasım gelmiyor. Çünkü ne yazık ki bir yandan da gerçekler var. Otobüs saatlerinin yazılı olduğu zaman çizelgeleri, derslerin başlama saatleri ve yeri, yetişebileceğin ve programına uyan sinema saatleri,vs. Bir şekilde acı da olsa zamanla kuşatılmışız.
Burada turistim. Ve turist olmanın, yabancı olmanın en keyifli yanı bu. Ne tam bir "öteki"siniz, ne de "biz"in bir parçası. Öteki değilsiniz tam olarak "biz"in gözünde çünkü siz geçicisiniz. Hatta buraya okumaya gelmişsiniz, burayı böylesine güzel bir amaç için tercih etmişsiniz. Biz de değilsiniz, çünkü başka bir yerden, milletten, dilden, dinden, vs gibi bir çok öteki bölgeden gelmişsiniz. Ama güzel bir şey varsa o da hiç bir kalıba tam oturmadığınız için turist gibi yaşıyorsunuz ve sadece hayattan, yaşadığınız yerden tat almaya odaklanıyorsunuz. Bir gezide gibi. Uzun soluklu bir gezide. Amacınız tat almak, eğlenmek, öğrenmek. Kafanızda hep bu var.
Hal böyle olunca da zamanla kavga etmiyorsunuz. Bir yerlere yetişmeye çalışmıyorsunuz. Geç kalınca panik yapmıyorsunuz çünkü siz yabancısınız, yolları bilmiyorsunuz. Özrünüz hiç yargılanmadan kabul ediliyor, yardım edilmeye çalışılıyor size. Evet, okuldaki değişim öğrencilerini kıskanmakta haklıymışım!
Zaman, hep dostum kal. Gel bu yolda birbirimizle cebelleşmeden yürüyelim. Olur mu?

18 Şubat 2011 Cuma

mutluluk tanımı 2

Tanımadığınız bir markette, tanımadığınız marka bir siyah çayın yurdum lezzetinde olması ve yanına aldığınız tanımadığınız marka ucuz kurabiyelerin yurdum lezzetinden de lezzetli çıkması.

16 Şubat 2011 Çarşamba

ORHAN ÇAKIR'A PENCEREMDEN CEVAP

İnternetin yaygınlaşması, sosyal medya, Facebook, Twitter gibi haberleşme araçlarının popüler bir şekilde kullanılmasını sevdiğimi fark ettim. Çünkü bu sayede ne kadar uzakta da olsanız her şeyden haberdar olabiliyorsunuz. Farklı arkadaşlarınız kendi dünyalarında dikkat çeken şeyleri sizinle paylaşıyorlar. Hiçbir yerden izin almak zorunda olmadan, kendi sınırları içinde de olsa bir “özgürlük” yaşıyorsunuz. Yazıma böyle girmiş olmama rağmen pek de mutlu mesut konulardan bahsetmeyeceğim ne yazık ki. Çünkü bana bu yazıyı yazdıran şey Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Ana Bilim dalı Profesörü Orhan Çeker’in, neden yaptığına akıl sır erdiremediğim açıklamaları.
Çeker’in bu iddialı ve dikkat çekici konuşmalarından arkadaşlarım sayesinde haberdar oldum. Oldum ve pişman da oldum. Bir yandan böyle bir haber okumanın verdiği mutsuzlukla keşke okumasaydım dedim, bir yandan da sen de göz ardı et, herkes göz ardı etsin ve yarın tacize ya da tecavüze uğradığında hakkını savunma hakkın bile olmasın. İkinci durumda, yani tacize ve tecavüze uğradığımda konuşamama hakkına sahip olamamam evet tamamen benim sorumluluğum olurdu eğer bu yazıyı yazmıyor olsaydım. Yani, Sayın Çeker bakınız bir kadın olarak yaptığımın sorumluluğunu alıyorum.
Konuya nereden gireceğim, heyecanımı ve öfkemi nasıl kontrol edip doğru kelimelerle derdimi anlatacağım bilmiyorum. Ama birkaç nokta var değinmek istediğim. O yüzden dilim döndüğünce bu noktaları takip ederek bir yol izleyeceğim.
Orhan Çeker’in “Dekolte giyene tecavüz ederler” beyanı AKP’nin mecliste yasa tasarısı olarak sunmaya hazırlandıkları Hadım yasasına bir cevap niteliği taşımaktaymış. İlk bakışta değerlendirerek gidildiğinde bir akademisyenin, siyasi konularda yorumda bulunması gerçekten de çok önemli bir davranış benim için. Tabi burada önemi kazandıran bulunulan yorumun niteliği. Ama şimdi bu konuya gelmeden önce Hadım Yasası’nın ne olduğundan bahsetmek istiyorum kısaca.
Bu yasaya göre “cinsel saldırı suçu ile çocuklara ve reşit olmayana tecavüzden yargılananların hadım edilmesi” öngörülmekte. Yeterince şiddet içerikli bir yasa şüphesiz. Ne olursa olsun insanların fiziksel anlamda canlarının acıtılması bana başvurulması gereken en son noktaymış gibi geliyor çoğu zaman. Hatta belki asla başvurulmaması gereken bir nokta. Elbette bu iğrenç suçu işleyenlerin cezasız kalması gerektiğine inanmıyorum fakat cezalandırmak için farklı yöntemler öngörülebilir diye düşünüyorum. En azından şimdilik. Bu başka bir tartışmanın konusu.
Burada değinmek istediğim birkaç şey var. Öncelikle dikkatinizi çekeceği üzere yasa tasarısında mağdur durumunda bulunanlar çocuk ve 18 yaşının altındaki gençler. Problem burada başlıyor zaten. Eğer siz 19 yaşındaysanız ve cinsel tacize uğradıysanız farklı bir yasayla korunacaksınız, ya da korunmayacaksınız. Çünkü 1 yaş sizin aklınızın kemale ermesini, oturmayı kalkmayı bilmenizi, hareketlerinizin sorumluluğunu alabilmenizi gösteren reşit ve “vakur” olduğunuz anlamına gelmektedir. Bu açıdan da çok önemlidir(!).
Cinsel taciz her yaşta, her cinsiyet, her insan için korkunçtur! Çocuk için de korkunçtur 30 yaşındaki bir kadın için de. Sayın vekiller, tahrik edici kıyafetin ne olduğuna kara verilmesi için kurulacak bir komisyon öngörüyor Sayın Çakır, tecavüzün, tacizin kim için ne kadar korkunç, ne kadar iğrenç ve kabul edilemez olduğunu kim belirleyecek? Bunun için de bir komisyon kurulacak mı? Bedenine, ruhuna zarar gelmiş, incinmiş bir kadının ya da adamın(ki bu noktada cinsiyet ayırt etmeden konuşulması benim için önemli) ne kadar incindiğini kim anlatacak? Kendisi konuşabilecek mi? Biz ona inanacak mıyız? Ya da biz tacize uğrayanlar olarak kime kendimizi inandırmak zorunda olacağız?
Orhan Çeker yasa tasarısından benim gibi olmasa da hoşlanmamış anladığım kadarıyla. O da bir öneride bulunmuş: sorunun kökenine inilmeli. Aman Yarabbi, ne kadar da doğru bir yaklaşım. Neden taciz var? Neden tecavüz diye bir kelime hala lügatta mevcut, gibi soruları sormalıyız evet!
Erken sevinmişim sanırım. Sorunun kökenine indiğinde Sayın Çeker, kadın “sorununu” bulmuş. Tacizin ve tecavüzün odağında kadın var ama kökeninde nasıl oluyor?
Kadın demiş, sen tahrik ettikten sonra sonucunda şikayet etmen makul değil. Ve devam etmiş. ‘Evet, tabi ki erkeğin suçu var. Çok iğrenç bir suçu var. Ama bu suç tek taraflı değil.’ Yani her iki taraf da suçluymuş.
“Kadın tahrik edici giyinmişse erkek de kendini tutamamışsa suç ortaktır. Kadın normal giyinmiş ve vakur davranmışsa suç yüzde 100 erkeğindir.”
Her kelimemin, her yargımın ve düşüncemin bir sorumluluk olduğunu düşündüğüm için sorularımı sormadan bir şey söylemek istemiyorum. Aklımda birkaç soru var Sayın Çakır: Tahrik nedir? Nasıl tahrik edilir? Tahrik edici kıyafet nedir? Erkeğin kendini tutamaması nedir? Suç nedir? Suç ortağı kime denir? Normal ve vakur ne anlama gelir? Normal olup vakur davranmamış olabilir mi bir kadın ya da tam tersi mümkün mü? Yüzde 100 nedir? Yüzde 99 olunca ne olmalıdır? Sayın Çakır en başta sormam gereken soruyu unutmuşum; insan nedir?
İnsanlar köpeklerini, kedilerini hatta daha vahşi hayvanları (ayı, aslan, vs) eğitebiliyor bugün. Bu hem insanın öğretebilme yeteneğini hem de hayvanların öğrenebilme yeteneklerini gösteriyor bize. Bu eğitimlerde genelde hayvanlara yaptıkları hareketlerden sonra çok sevdikleri yiyecekler veriliyor ödül olarak. Hayvan, ödülü çok istediği için hareketi yapıyor ve ödülünü sonra alıyor. Yani nefsine hakim oluyor. Eğitim sürecini tamamlıyor.
Bazı felsefe derslerinde de insan hayvan ayrımı yapmıştık. İnsanlar, arzularını kontrol edebildikleri için insanlar denmiştik. O zaman da hak vermiştim. Şimdi de aynı görüşteyim. Ben cinsel dürtülerine hakim “olamayan”, çok taciz edesim geldi, ya da tecavüz edeceğim sanırım kendime hakim olamıyorum gibi palavralara pek inanmıyorum. Hayvanlar bile kendi nefislerine hakim olabiliyorken bunu beceremeyen “insanlar” olabileceğini düşünmüyorum. Sorunun kökeninde kadının olduğunu da düşünmüyorum Sayın Çakır. Sorunun her yanında kadın var evet, her yerine bulaşmış, kadın konusu alıp başını gitmiş. Tüm hayat cinsellik üzerine kurulmuş, kadın ana olmuş, bacı olmuş, namus olmuş, fahişe olmuş, ahlaksız olmuş, sorunun kökeni olmuş, cadı olmuş, yakılmış. Bunların hepsinde kadın olmuş merkezde. Ama sorunun kökeninde kadın yok. Kadının tek suçu kadın olarak doğmakmış böyle bir düşünce sisteminde, onu da kendi seçmemiş zaten. Seçseymiş, evet ben seçseydim, yine kadın olurdum. Davranışlarının, sözlerinin sorumluluklarını alan, kendine güvenen, istediklerini giyen, istediği saatte dışarıya çıkabilen bir kadın olurdum. Arzularını dizginleyebilen insan olurdum. Evet evet, her şeyden önce insan olurdum.

mutluluk tanımı 1

Yabancı bir yerdeyseniz mutluluk hergün gri olan havanın güneşli olmasıyla başlar. Gittiğiniz dersin iyi geçmesiyle devam eder. Ardından bere takmadan hatta güneş gözlüklerinizi takarak, kulağınızda hareketli bir şarkıyla bisikletinizle evinize gelmenizle devam eder.

15 Şubat 2011 Salı

utrecht kıyısından akdenize adım atmak

Dün akşam odamda oturuyordum. Nedenini anlamadığım bir şekilde oda arkadaşım başka bir odada kaldı onun yerine de bir İspanyol arkadaş geldi, daha doğrusu Katalan. Bu farka önem veriyorlar ben de saygı duyuyorum. Kızcağız ders çalışacağını söyledi ama hissediyordum o da sıkılıyordu. Laf atmaya başladım, nerdensin, ne okuyorsun, nerden geldin nereye gidiyorsun diye. Başladık sohbet etmeye.
O bana Türkiye'yi politik, dini, sosyolojik her detayıyla sordu, ben de ona İspanya'yı. Dünya görüşlerimizi, bizce nasıl olduğunu, nasıl olması gerektiğini anlattık birbirimize uzun uzun. Hippi olduğunu söyleyen bu genç kadınla aramda öylesine sıcak ve tanıdık bir sohbet geçti ki. Zamanla birbirimize daha da iyi alışacağımızı hissettim birden.
Ben söylemeden o deyiverdi birden: Akdeniz insanın hali bir başka oluyor!
İnsanları sınıflandırmayı ya da ulusçu bir yaklaşımla değerlendirmeyi asla sevmiyorum. Bundan önceki yazımda da böyle bir niyetim yoktu zaten. Sadece kültürlere ait özelliklerle ilgili dem vurmuştum. Ama bu kızın söyledikleri gerçekten de doğru.
Buraya gelmeden önce de İtalyan ve İspanyollarla iyi sohbetler edilebileceğini, bu ülkelere gittiğimde sıcak bir evdeymişim gibi hissedeceğimi düşünüyordum. Henüz gitmedim. Ama hissediyorum herşey güzel olacak.
Üzerimizde varlığını bizden esirgemeyen güneş midir bu kanı ısıtan yoksa sıcak denizler mi bilmem(bu lafı söylediğimde sıcak denizlere inmek amaçlı açılan savaşlara da 'adam haklı beyler' diyesim geldi) ama gerçekten "Akdeniz" insanı bir başka sarmalıyor. (nasıl okumak isterseniz).

14 Şubat 2011 Pazartesi

ben bir şey biliyorum

Kimsenin anlayamayacağı bir şeyi anlıyorum, biliyorum: türkü. Hangi insanoğlu türküyü bilen gibi demlenir yüreğiyle, hangisi başını istemsizce sağa sola sallayabilir, hangisinin içinde bir şeyler kıpırdanır.
Türkü. Gurbet elde, gurbetçinin neden sarıldığını anladığım türkü. Bildiğim, benim olan türkü. Her dinleyişimde gözlerimi dolduran boğazıma koca bir yumruk bırakan türkü. Ben kokan, evim kokan türkü. Ancak anlamak isteyenin anlayabileceği türkü.
İşte gurbetteyken görüşmeyi sıklaştırdığım kadim dostum türkü benim. Yeni kapılar açıyorum burada kendime. Önceden sığınmaya ihtiyaç duymadığım kapılar.
Döndüğümde cebimde yeni dostlar olacak. Her yere götürebileceğim yepyeni dostlar.

aşk her dilde güzel mi?

Oda arkadaşımın bir Alman olmasından mütevellit dillerin çarpışması yaşanıyor beynimde. Burada bin bir çeşit insan var. Hepsi farklı dillerde konuşuyor. Hepsine farklı yorumlar yapabilmek mümkün.
İspanyollar: Dünyanın en bağırarak konuşan insanları. Mutfakta oturuyorduk, birbirlerine bir şeyler anlatıyorlardı.Aman yarabbi, kimseye çaktırmadan kulaklarımı kapatmak zorunda kaldım. Bu kadar kısa mesafede bu kadar bağırarak konuşmak neden acaba?
Fransızlar: Onları dinlemek çok keyifli. Her kelime arasında ööö diyerek düşünmek, r leri söyleyememek. Çok keyifli bir şekilde dinlenebilir.
Almanlar: Dediğim gibi oda arkadaşım bir Alman. O yüzden gayet yakından, ne yazık ki gözlemleyebiliyorum. Ne yazık ki dedim çünkü sahiden de bir Almanla aynı odada kalmanın zorlukları daha şimdiden baş göstermeye başladı. Geçen gece anladığım birşey vardı. Onu sizinle paylaşmak istiyorum. Sanırım bu Avrupalıların çoğu(zira bir İspanyol arkadaş da aynısını yaptı) fısıltı nedir bilmiyorlar. Uyumak nedir, bir odada biri uyuyorsa nasıl davranılmalıdır, odaya misafir geldiyse nasıl sınırlarını bilmelidir gibi sorunları yok. Adamlar o kadar rahat ki. Hani bu oda onun odası, aman uyuyor biraz yavaş konuşalım gibi bir çaba yok.
Türkler: Evet, ben kendimi de eleştirmeliyim. Genellikle kaynaşma işinde zayıfız. Adımı karşımızdakinden beklemekte ısrarcıyız. Konuşma, odada uyuyan varsa ses çıkarmamam gibi durumlarda süper ekstra duyarlıyız. Ve evet, rahatsızlıklarımızı söylemekte çok ama çok zayıfız. Öyle olmasaydı ben gecenin 2sinde benim odamda beni rahatsız eden sese susun demekte bu kadar düşünür müydüm? Sanmam.
Pekiiii bugün 14 Şubat. Kabul etsek de etmesek de, kutlasak da kutlamasak da sevgililer günü. Kutlayanlara benden selam olsun, sevgilinize sarılabiliyorsanız ve mutluysanız ne mutlu size.
Bugün aklıma bir soru geldi: Aşk her dilde güzel mi?
Aşk, sevgi, dostluk,vs. her dilde güzeldir geyiklerine pek de inancım yok aslında. Çünkü benim için aşk kendi dilinde güzel. Değil mi siz karşınızdakini anlıyorsunuz, kimi zaman konuşmadan, duymadan işte o zaman aşk güzel. Böyle bir ilişki için ne lazımdır? Ortak kültür, dil, din... Bunun cevabını bilmiyorum. Bilmek lazım mı onu da bilmiyorum. Ama bir kişiyle aranızda kimsenin anlamadığı, sadece sizin konuştuğunuz bir dil varsa işte o zaman aşk güzel.
Dışarıdan bakan benim için bu iki Alman nasıl olur da birbirlerine şuan, şu seslerle romantik şeyler söylüyor olabilir gibi bir durum söz konusu. İçindeki sizseniz beni umursamanıza gerek yok.
Keşke ben de kendimi umursamasaydım bugün :))
Sevgililer gününüz kutlu olsun!

13 Şubat 2011 Pazar

İnsanoğlunun ne garip varlık olduğunu kendime bakarak bir kez daha anladım bugün. 21 yıldır İstanbul'da yaşıyorum. Tatil amaçlı da olsa İstanbul il sınırlarını geçtiğimiz anda bir hüzün oturuveriyor yüreğime. Sanki arkamda bıraktığım için bana küsecekmiş gibi hissediyorum İstanbul. Ya da ben giderken üzülüyormuş, gitmemi istemiyormuş gibi hissediyorum. Çok saçma ve tam bir hayal ürünü gibi duruyor ama işte böyle hissettiklerim. Hal böyle olunca gittiğiniz heryere İstanbul arka planlı gidiyorsunuz. Ve herşeyi İstanbul'dakiyle karşılaştırmaya başlıyorsunuz.
Bugün Amsterdam'daydım. Birçok kişi gibi benim de merakımı cezbeden Amsterdam. Gittim, gezdim, gördüm. Kafamda İstanbul resmiyle beraber. Farklı bir kültürü görmek, farklı değerleri, inançları incelemek çok hoş. Ama nedendir bilinmez benim içimde her zaman evet gezdik gördüm yatmaya evimize gidelim sesi var. Ev. Gurbette insanın en çok özlediği yer. Çıplak ayakla halılarında özgürce dolaşabildiğiniz, kapıdan girdiğinizde tanıdık yemek kokularıyla mest olabildiğiniz, her karesiyle köşesiyle sizin olan eviniz.
Gittiği heryere kolayca adapte olan "dünya vatandaşları"nı kıskanıyorum. Saklamadan, utanmadan söylüyorum. Evet, sizi kıskanıyorum. Çünkü ben her gezmenin sonunu evimde bitirmek, kendi alanımda sonlandırmak istiyorum. Bir başka yeri evim diye benimsemem çok ama çok uzun zaman alıyor. Bunu yapabilmek benim için takdire şayan. Tebrikler!
Girişte dem vurduğum gariplik konusuna gelince. Benim gibi insanlar işte bu "garip" olanlar. Aslında biraz da memnuniyetsiz hatta evet evet nankör bile denilebilir. Tam 21 yıldır İstanbul'da yaşıyorum. İstanbul'da gülüyorum, eğleniyorum, ağlıyorum, okuyorum, boğuluyorum, mutlu oluyorum... Burada bulunmam sadece 5 ay. Muhetemelen böyle bir 5 ay bir daha bana verilmeyecek. Bu geçici bir süre. Bunun tadını çıkarmak varken yine evini özlemek. Bu hainlik değil de nedir hayata yapılan?
Sunulan böyle güzel fırsatı değerlendirmemek, eskiyi alışılmışı özlemek de neyin nesi!!!!! Garip varlık işte insanoğlu. Ama, yine bir ama, kızamıyorum kendime bir türlü. İçten içe hak veriyorum. Öyle ya çoğu insan kendini güvende hissetmekten mutluluk duyar. Sınırlarını bildiği kendi dünyasının içinde özgür kız pozları keser. Zor olan gerçekten özgürlüğü göğüsleyebilmek.
Hissediyorum, görüyorum. Özgürlüğümle başa çıkmayı öğrendim. Şimdi ona gerçekten sahip olmanın tadına varmaya başlıyorum. Jean Paul Sartre. Aklımı hep kurcalıyor sözlerin. Özgürlük sahiden de büyük bir sorumluluk ve biz özgür olduğumuzu sandığımız, tanıdık dünyamızda aslında görev bildiklerimizi yaşıyormuşuz.
Asıl özgürlük sınırların dışına çıkmakmış, orada hayata tutunabilmekmiş.
Ya da bu benim için öyleymiş.

11 Şubat 2011 Cuma

mutluluk iki parmağınızın arasında!

Başarılı bir reklam kampanyası olmuş yazmadan edemedim. Bunu kim teklif etmiş acaba? Yurt dışına çıkan bir Erasmus genci olması ihtimali bence kuvvetle muhtemel. Yoksa hiçbir slogan o gencin Hollanda'nın sıradan bir mahallesinde girdiği küçük bir bakkal dükkanında Çay Keyfi adlı bisküviyi bulduğundaki mutluluğu daha iyi ifade edemezdi.
Bildiğiniz şeyler, tanıdık yüzler, tanıdık tatlar ve sesler. İşte insanı güvende hissettiren bu tandıklık hali. Değil mi ki "Aman canıııım ne var korkacak, bir çığlık atsam yardımıma bini koşar." diyebiliyorsunuz, işte o an mutlusunuz demektir. Bunun farkına varın.Çünkü mutluluk işte o kadar da basit, o kadar da kısa mesafede duruyor size.

İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı

Buradayken anlamını birkez daha kazanan ünlü mısra. Neden yazmıştır Orhan Veli, nedir yazarkenki duyguları bilmiyorum. Ama buradayken anladığım ve özlediğim bir şey var: ses.
Utrecht küçük bir şehir. Ölçeği kaç olursa olsun bir haritayla hafif bir kafa patlatma seremonisinden sonra yerinizi yönünüzü buluyorsunuz. Bu küçük şehirde gözlemlediğim kadarıyla gençler oldukça fazla. Buna rağmen sokaklarda ses yok!
İstanbul'dayken bazen Beyoğlu'nun uğultusu kulaklarımı ağrıtırdı. Sessiz, sakin bir yerlere gitmek , sığınmak isterdim. Bu amaçla kendimi attığım herhangi bir mekan beni hep kendi müziğiyle karşılardı. Mekanların müzikleri kimlikleriyle eşdeğerdi sanki. Oysa burada hayat öyle sessiz ki. Elbette, kendilerine göre sesler var. Benim gibi sessizlikte ses arayanlar için mecbur birşeyler çıkıyor. Fakat İstanbul gibi rengiyle, ışığıyla, sesiyle insanı ısıtan bir şehirden sonra Utrecht dilsiz!
Sessiz, sakin, kendi yağında kavrulan mütevazi bir şehir. Neyse ne, sesi yok işte buraların.
İstanbul'u dnlemek gözleri kapalı. Veli'nin bu satırlarını hasretle okuyacağımı asla düşünmezdim. Sevmezdim bile O'nun şiirlerini. İstanbul'un boğucu gürültüsünü özleyeceğim aklıma hiç gelmezdi. Oysa şimdi, bütün romantik bakışımla elimde simidim, güneşli, parlak bir havada, Beşiktaş Vapur İskelesi'nin yan tarafındaki banklarda denizden gelen hafif rüzgarı koklamayı, gözlerimi kapayıp İstanbul'un müziğini dinlemeyi hayal ediyorum.
Hayal gücü! Tüm soğuklarda insanın içini ısıtacak yegane dost. Beni yalnız bırakma.

turist olmak

Buraya gelmekle hayatımın öyle çok ilkini gerçekleştirdim ki! Sanırım hepsinin biraraya gelmesi ve böylesine yoğun yaşanması korkutucu. Ama bundan daha da iyisi olamazdı sanki. Yurtdışına çıkışım suyun sıcaklığını kontrol etmeden kendimi denize atmam gibi bir şeydi. Evet, kafamda çok kurdum öyle olabilir, böyle olabilir. Ama asla bilemedim tam olarak ne olacağını. Ve evet, ayak bastığım ilk andan beri aynı hissiyattayım: denize birden atlamışlık hissi. 
Korkutucu ve bir o kadar da heyecan verici bir duygu bu. Eğer maceraperestseniz her kulaç sizin için keyif. Eğer kontrollü biriyseniz, kulaç atarken kollarınız titrer ilerlemeniz yavaş yavaş olur. Peki bu ilerlemeyeceğiniz anlamına mı geliyor? Hayır.
Turist olmak. İşte böyle koca bir denizin içinde insan olmak gibi. Balıkların, su altı dünyasının içine dalmış, dünyasını değiştirmiş olmak gibi. Yabancı olmak ve "yabancı"yı anlamak.