28 Ağustos 2011 Pazar

HİSARÜSTÜ SAKİNLERİ(!)

Şimdi size biraz Boğaziçi'ndeki hayatımdan bahsetmek istiyorum. Hayatımın tereddütsüz en güzel yıllarını gömdüğüm bu güzide okul. Herkesin mütevazi duruş sergilediği ama alttan alta "la bayağı iyi muamele görüyoz, biz de var bi iş galiba" diye şaşkınlıkla ve mahcup bir gurur duyduğu okulum. Ben işin gururunda falan değilim şimdi. Başka birşeyden bahsetmek istiyorum şuan. Bu başlarda "ohooo hacı daha çok var" dedirten okul, ne yazık ki bu sene sonunda bitecek. Okulun bitmesi, öğrenciliğin sonu, arkadaşlardan kopuş, yurttan çıkış, öğrenci akbiline veda... Bu da can be nasıl dayansın! Buaralar stajdayım. Bu sebepten arkadaşımda kalıyorum, hisarüstünde. Yani okulun yakınında. Okulda in cin top oynuyor. Sokaklar boş hisarüstünde, mekanlar sessiz, dilsiz. Gözlerim hep bizim tayfayı arıyor, boşlukları hep onlarla dolduruyorum. Şimdi Ezgi olsa şöyle derdi, Nazo bunu yapardı falan fişman. Ben onlar okur mu bilmem ama size biraz onlardan bahsetmek istiyorum.
Arkada daktilo sesi, isimleri tek tek yazınca "gerçek kesit" gibi oluyor, şu a bildiğin eğlendim. Neyse esas konudan devam.
İlk olarak tabi ki Emin Kütüklü'yle başlamak isterim. Hani derler ya bi adamla tanıştım hayatım değişti, heh eğer öyle bir fantazininz varsa buyrun Emin Kütüklü mezun olmadan yakalayın. Kendisi bizim okulda politikadandır. Türkiye derecesi bayağı iyidir aslında, ama buna inanamazsınız. Çünkü bu mütevazi arkadaşım dereceyi ve lise birinciliği geçmişini unutturacak kadar uyku düşkünü, yurt tembelidir. Kendi aramızda "ohh yat k.ç büyüt" diye de sitem ettiğimiz söylenir. Bu konuda en iyi Oğuzhan Başeğmez'le anlaşırlar. Ya ikisi ıssız adaya düşse valla 2.güne ölürler he. Ama yok yok şimdi kötü hissettim. Emincan sırf Oğuz ölmesin diye canını dişine takar balık malık bulur sonra da şöyle der "La bi kalk da pişir şunları". Oğuz da kalkar pişirir, eğreti tutar ama tavayı maşayı (ıssız adada da tam techizat hadi yine iyisiniz). Emin Kütüklü'den başladım, çünkü bu zat-ı muhterem sayesinde açtım en güzel günlere kapılarımı. Kendisi yurda çıkmama ön ayak olmuş, adıma yazdığı tezahüratlarla beni her daim desteklemiştir. E ben de kendisine bunun karşılığında bayağı özel bir hediye verdim aslında (anladın sen onu hacı, odaya git gel git gel benim için sanıyordum) neyse. Emin Kütüklü hayatta tanıyabileceğiniz en "durum komedisi" adamdır aynı zamanda. Siz ısrarla ve hiç bir mecburiyetiniz yokken (eminim bu lafıma "vay" çekecektir) ona TK çalıştırısınız sevabına, o ise önünde kendinden 10 milyon kat küçük netbookuna bakar sonra birden donuk gözlerle yüzünüze bakıp "he he hehehehe" diye güler. Ama bu adam siz taaa hollandalardayken kazanacağınızın bile kesin olmadığı bursun evraklarını, hiç bir mecburiyeti yokken hisarüstünden kalkıp pendike gidip annenizden alır. Bonusları da toplar, gönülleri de bir kez daha fetheder. Emin Kütüklü aslında fazla anlatılamaz, yaşanır. O öyledir. Annesinin memleketinde "çüküren" diye bir bölge vardır. Bunu size kütüphanede antropoloji çalışırken söyler siz periodicalsın paravanlarında yarılırcasına gülersiniz. Ama öyle 5-10 dk değil, bildiğin her söylediğinde deli gülersiniz,hala mesela =) Yeter artık senden bahsettiğim azcık da yıllığa kalsın la!
Gelelim nam-ı diğer un kurabiyesi, ay savaşçısı, dünyanın en şahsına münhasır kişiliği, ilk gördüğü andan itibaren "la bu kız çok güzel" dedirten kişilik, hepimizin yakından tanıdığı (harbi tanıyabilirsiniz) NCK'ya. Yani Nazlı Cemile Karadeniz'e. Kendisiyle yollarımız diğer kadın karakterlerle olduğu gibi 3. kuzey 207 numaralı odada kesişti. Ne olduysa artık biz o odadan kardeş olup çıktık la bunlarla, neyse. Şikayetim yok valla. Bu Nazlı kızımız (bi insan isminin gerekliliklerini ancak bu kadar yerine getirir) aslında odaya çok konuşulan bir giriş yapmıştı, ama onu burada teşhir etmek istemem Nazlıcan.Yine de bilesin ben hiç unutmuyorum o ilk günü, sadece şunu söyliyim gecenin 2sinde durup durup "bana peynirini verdin, hakkını helal et" demen beni hala benden almakta. Bu kızcağazımız size hayat hikayesini anlatır hemen, ben hepinizden büyüğüm falan der bir havalara girer "la bu kaç yaşında" dersiniz, bir de öğrenirsiniz ki 2 yaş büyük sizden. İşte o an Nazlı sizin un kurabiyeniz olur. Yok olamaz, o bi tek benim un kurabiyemdir, sizin arkadaşınız olsun yeter. Odaya sağa sola yaylanarak girer "hacılar" diyerek söze başlar, ve bu sözden sonra hep, ama valla istisnasız hep, egzantirik ve çoğunlukla asla kabul etmediğimiz fikirler sunar. Bkz. "Hacılar, pazara gidek de karnıbahara alak, ben pişircem artık sağlıklı yiyelim." Ben ve Ezgi'den (ekürimdir birazdan anlatıcam) bayık bayık bir bakış, "of hacı yine başlama, yürü yemekhaneye" sesleri yükselir ve sonuç: 3ümüz de yemekhanedeyiz. NCK uykuya pek bir düşkündür, ama asla çok uyuduğunu kabul etmez. Sabahları onu uyandırmaya çalışmak çok komik sahenelere yol açar, ağzını şap şap yaparak "hacım sabah uykusu çok önemli, zaten derse bu kafayla gitsem bi şey anlamam" der. Ama siz ilk önce onu sözlerle tehdit edersiniz, yorganını alırsınız, en son çare yastığını kafasının altından çekersiniz ve o size gözlerini bile açmadan şunu der "çok anlamsız bu yaptıkların, uyucam ki ben". Benim geçirdiğim sinir krizini yatıştırmaksa çemkirerek olaya müdahale eden Ezgi'nin görevidir. En sonunda NCK teslim olur, "aman be" diye söylenerek uyanır. Ama afyonu hala patlamamıştır. NCK değişik bir bünyedir.Kızıl saçın bir insana ancak bu kadar yakışır dedirtendir. İnsan hem bu kadar komik hem de bu kadar duygusal olabilir mi la?dedirtir insana. Ama evet, duygusal serseridir kendisi, hahaha bayıldım bu lafa! Ya bu karakterlerle ilgili yazabilecek öyle çok şey var ki. Ama çok insan var devam edelim.
Ezgi Soykan, hayatımın kadını! Resmen ekürim, elim kolum, ayağım, bacağım, üst ranza komşum, odadaki demirbaş lisetesindeki rakibim, odada yapılan ve mutlaka kızartılmış pardon kurutulmuş ekmekle yenilen kahvaltıların hazırlayıcısı, BİM'e giden yoldaki tek yoldaşım (bunu duyun la hepiniz hep biz gidiyoz alışverişe azcık siz de gideydiniz iyiydi, neyse). İşte böyle birşey. Ezgi Soykan sözleriyle beni mesteder, lafı gediğine koyar. Sizi gülmekten öldürür, başına gelenler çoğu zaman pişmiş tavukla onu yarışa sokar, benim için her daim "gideri" vardır (bunu bir sen anlarsın Soykan bir de Tuğba). Beşirin önde gidenidir, solundakileri kaçırır ama o kadar. Onun dışında olan biten herşeyi bilir. Tabi magazin boyutunda. Panpiştir mesela, kendini savunurken şu sözleri sarf etmiştir "ne yani, geri mi kalsaydım". Evet aslında geri mi kalsaydı, o uyursa erkes ölürdü.Çok güldük o gün gözlerimden  yaşlar geldi, en yakınımda bir panpiş vardı ve ben bunu bilmiyordum. Arkasını Tuğba Demiröz'e dayamakla hata yapmıştı o gece, herşey ortaya çıktı. O bir papişti.(Fena halde ettiği küfürleri duyabiliyorum şuan.)Neyse, yazı bir özgürlüktür arkadaşım.Soykan,elinde hep kendinden büyük koca koca ve orijinal kitaplarıyla gezer. Bu kitaplarını sert kapaklı özene bezene tuttuğu defterlerle besler. Kafasında her daim ders programı vardır, ve hep düşünür "nasıl bitcek bu okul oğlum". Bizim arkadaşlığımız nefretle başladı aslında :D Valla resmen bu kaknem insan benden nefret ediyormuş 207deyken. Ama ortak nefretler biraraya getirdi bizi. Güçlerimizi birleştirdik ve lanet bir takım olduk :!!!!!!Lanetliğimiz de bulaşık yıkama mevzuunda he,yanlış anlaşılmasın. Soykanla zaten ancak bu kadar kötülük yapılır (= Sert görünümünün altında (siyah makyaj ve dövmelerle gayet sert aslında) yumuşacık bir kalbi vardır. Yanakları da yumuşaktır. Aslında kolları da. Yumuşacık lokum gibidir. Çok özlenilendir.Her toplanmanın ranan ismidir.
Tuğba Demiröz, bu kız bi laf söyler, dünyanın en normal şeyiymiş gibi, ve sen yarılırsın; o ise "hehehe" der ve susar. La beni niye yardın geçtin o zaman dimi! Kendisine ara sıra laz mütahit de deriz, inşaatçıdır, abuk subuk dersleri vardır çelik melik okur. Yazık la derim hep, amma zor işin var senin. Kendini hiç beğenmez, her hatayı kendinde bulur, gözleri açık uyur, cornflakesle iftar yapar, zaman zaman dayaklıktır ama işte seviyorsunuz elde değil. Laz mütahit olmasının dışında entelektüel müendis de denebilir hakkında. Tiyatrocudur! Kendisi kabule etmese de mizaha ve tiyatroya hayvani yeteneği vardır. Hayır kabul etmemekle bize de şunu diyor aslında "yeteneksiz saftorikler, o kadar yeteneksizsiniz ki hiçbirşeyden anlayamıyorsunuz, bu yetenek değil oysaki". Neyse, hepimiz yanlış o mu doğru??? Böyle savunmuştuk kendimizi onu tiyatroya yollarken. +1'dir, illegal yurtçudur, candır, odada yokken aranandır.Sofistike zevkleri vardır,mesela ata biner. Hangimiz biniyoz ata, bu biner işte. En iyi youtube videoları bu zat-ı muhteremdedir. Karpuz alaydık iyiydi, yaz aylarında en çok duyulan sözleridir. Ve o da androidsiz kalmamıştır.
Saime Kayabay, yukarda anlattığım mensubu olduğum gürültücü grubun en sessiz sakin elemanıdır. Hanım kızdır,mahcup mahcup güler. Bu kızın bağırdığını hiç görmedim,atar yaparsa telefondaki birine, evet canlı kanlı birine yaptığına hiç şahit olmadım bilin ki harbi sinirlenmiştir.Bölümü zordur,elinde kendinden büyük 2litrelik kola şişesiyle gezer akşamları.Ara sıra dertlenir,biz de dertlendirirz aslında.Ama dünyanın en sabırlı insanıdır. Candır,kuş gibidir. Tüm kıyafetlerini kendisi diker, kıskançlık sebebidir. Canımın da canıdır fazla söze gerek yok.
İşte ben bu kadar kocamaaan bir ailenin üyesiyim ey okuyucu. Bu kocaman aileyi dağıtın diyor zaman.Oysa bilmiyor ki biz ayrılamayız, dağılamayız. Çünkü biz kocaman geniş bir aileyiz,hepimiz de kardeşiz. Bu yazıyı okuduysanız bilin ki gençler hayatıma girdiğniz için çok şanslı hissediyorum.İtalyayı beraber fethettiğimiz için de.Gülmekten karnıma ağrılar girdiği için de mesela. Sizi seviyorum he ben!

mutfakta neler oluyor!

Ben çocukluktan beri meraklıydım pasta börek işlerine. 5.sınıftaydım ilk kekimi yaptığımda.Gayet de güzeldi; yani gideri vardı en azından. Yemiştik ailece. O gün bugündür de girerim mutfağa yeni tarifler denerim, birşeyler karıştırırım. Az emek de değil hani mutfakta harcanan. Bir çeşit mesai de denebilir. O yüzden vize- final zamanları çok fazla giremem. Zamanımı çok alıyor diye. Ama müsaitsem, tatildeysem falan değme keyfime. Annemin "malzemeyi ziyan etmese bari" bakışları altında kararlı girerim mutfağa. Annemin de bakmayın bu bakışlarına, güvenir bana. Misafirleri geldiğinde falan pasta börek sorumlusu benim. Kendisini ANA yemeklerden sorumlu tutarız hep.
Mutfakta birşeyler yapmak çok keyifli. Aslında bir çeşit terapi de denebilir buna. Spor yapmak gibi. O an sadece önündeki malzemelerle iyi bir iş çıkarmaya özen österiyorsun, ona yoğunlaşıyorsun. Yoğunlaşmazsan zaten anlıyor mudur nedir kekin kabarmaz, kurabiyen sert olur. Sen misin benle ilgilenmeyen dercesine fırın tepsisinin içinde hain hain oturur kazınmayı bekleyen poğaçalar. O sebeptendir ben pek bir konsantre çalışırım. Pardon yanlış ifade ettim, öhüm öhüm içine sevgi katarım yaptıklarımın. İşte sonunda da süper bir şey çıkar ortaya, oturur yeriz her beraber. Mutfak öyle önemlidir yani. Tüm aileye hitap ettiğiniz, başrolü üstlendiğiniz büyü bir sorumluluk alttan alta. Ama en güzeli yaptıklarınızla tüm aileyi bir şekilde kendine ve yaptıklarına bağlamak, orada birleştirmek.

26 Ağustos 2011 Cuma

İçindeki sesleri mi dinlesen, dış seslere mi kulak versen bilinmez. Zaten sanırım insanı da en çok bu yoruyor. Ne yapacağını bilememek. Tam manasıyla özgür olamamak. Hepimiz hapsolmuşuz zamana. Şu yaşta bunu yap, şunu yapmak için artık çok geç. Neyi fark ettim biliyor musun ey okuyucu :) ben çoğu zaman durup da "ya arkadaş neye geç kaldım" demeye cesaret edemiyorum. O güven yok kendimde. Bunu kendinde duyan insanlara da hayranım doğrusu bravo. Ben eksiğim bu konuda.
Oysa biliyorum, biliyorum derken insaların hemen hepsi manasında ama yine de öznel gitmekte fayda var, biliyorum ki aslında bu hayata bir kere geliyor insan. Bir defa veriliyor bu şans. Sen nasıl değelendirirsen öyle yaşarsın. Nedir değerlendirmek? Herkesin yaptıklarını mı yapmaktır? Popüler diye işletme okumak mıdır? Çok trend diye istemeyerek de olsa o rengi giymek midir? Değerlendirmek değer katmaktır bence. Elinizde hammadde var, bu hammaddeye kendinize göre değerler katarsınız, alın size değerlendirilmiş bir hayat! Ama bu konuda çok da özgür değiliz ne yazık ki. Ne yapsak ne etsek para denen şu illetin gücünü asla yadsıyamayız. Öyle işte. Peki ne yapmalı? Öyle olmalıyı mı yaşamalı insan yoksa istediğini mi yapmalı.
Kariyer dergilerinde, başarı hikayelerinde görüyorum aslında. Ne yaparsanız yapın mutlaka istediğiniz işi yapın diyen bir dolu zengin iş adamı, yatırımcı. Bazen içten içe "tabi sizin tuzunuz kuru" demek geliyor; bir yandan da bu kolaya kaçmak, başkalarını suçlamak ne kadar da kolay diyorum. Ama ne yapsam etsem kafa muğlak, muğlak, muğlak

18 Ağustos 2011 Perşembe

bedevi kulübü çalışmaları

Bu sabah karar verdim bedevi kulübü çalışmalarına başlıyorum. Bugün eve gittiğimde bir facebook grubu kurucam hatta. Orada benim gibi bedevilerle buluşmayı amaç edindim. Bu sabah karar verdim.
1 gün, hatta 1 saat bir şeye heves edeyim hep mi kursakta kalır arakadaş? Hayır yani heves ettiğimde ne biliyor musun, uyumak. Yani şu insanoğlu evine gidip anasının dizinin dibinde kıvrılıp uyumak istedi. Hoop olamayacak oldu ve mesai saatleri dışında program değişti falan filan. Olayın erken kalkmasında değilim valla. Artık sinirlerimi kaşıyan başka bir durum cereyan etmekte. Ben diyim ki bugün gökyüzünün mavisinin keyfini çıkarıcam, bir uyanırım gri değil siyahtır. Hatta çok istersem kırmızı bile olabilir. İsterseniz deneyeyim bigün?Ya da diyim ki "ohh mis bugün dünyanın kendi etrafında dönmesininn tadını çıkarım kutlayacağım", pıssssss (bkz. çift katlı otobüs sesi)  dünya der ki çok döndüm, başım tuttu accık bir durayım. Dur arakadaş sen de dur. Bahtsız bedeviyi çölde kutup ayısı kovalar. İşte ben o bedeviyim. Benim gibileri Facebook yapılanmama beklerim. Durun hele bir eve gidip dinleneyim kurarım :)
Hayat bu olmamalı diyor insan sabahın köründe kalkıp akşama kadar çalışmaya başlayınca. Şikayetim yok, bana ahkam da ksemeyin "ee özge hanım gerçek hayata hoşgeldin" diye. keseniniz varsa da şunu bil arkadaşım hayat senin dediğin "gerçek"likten oluşmuyor. Hayat çok daha fazlası. Benim de henüz bilmediğim bir sürü kapının tarafımdan açılmasını bekleyen bir süreç, daha doğrusu bir hikaye. Evet arkadaşım hikaye. Ben bu sözü seçtim. Romantik de duygusal de ne dersen de. Hayat bu değil.
Yazarken bile heyecanlanıyorum. Çok daha farklı olmalı, fark yaratmalı hayatta. Bilgisayar tuşlarına herkes basabilir. Tesleri herkes okur, ama birşeyler eklemeli. Birşeyler. Belki biraz sanat?
Bu emelime ulaşmak için çalışmalara hızla başladım. İnsan yatırımını flüte harcar mı demeyin. Ben şimdi olmayan, ama sonra olacağını umduğum parayı flüde yatırmayı ve harikalar yaratmayı hayal eden bir şehir romantiğiyim. Yani olmaz olmaz demeyin oluyor benim gibi tipitipler de. Tipitip :) Yakıştı bana.
Bakalım sanat bana yardım edecek mi? Yepyeni bir kapı açabilecek miyim?
NOT: Yan flüt konusunda tavsiyeleri beklerim.
İş yerinde özgürce erişimine izin verilen sevgili blogum. Yazmak elimden alındığı takdirde en çok acı çekeceğim özgürlüğümdür herhalde. Her özgürlüğün kısıtlanması acı verici. İstediğini giyememek, sınırların dışına çıkmamak, konuşamamak, ifade edememek, kaçak kaçak yazmak. Kaçak olduğu için belki de bu kadar tatlı yazmak, aman neyse işte. keyfine gel sen.
Her gün ölümlere, mücadelelere, açlığa uyanınca insan çok düşünür oluyor. Hoş benim okudupum gibi bir bölümde okuyorsanız her çok düşünüyorsunuz. Zorunda değilsiniz, ama bir çeşit mesleki deformasyon mudur nedir anlamadım, düşünüyorsunuz işte. Bazen kafamın uğuldadığını hissedebiliyorum hatta. Kesip atasım geliyor böyle zamanlarda, düşünmeyesim, makine gibi bana emredilene itaat edesim geliyor. Sorgulamayayım diyorum, insanların davranışlarına bakıp "hmm, işte tam da ... dediği gibi" diye iç sesinle delice bir konuşmaya giriveriyorsun. Keşke konuşmasam, o zaman çoğu suniliği kabul etmek çok daha kolay olurdu. Neyse işte benim bünye de kabul edecek.
Bu çark böyle işliyormuş lafını kullandım dün ilk defa. Ne acı. İçim öyle acıdı ki bu lafı kullandığımda. Çark? İşlemek? Böyle? Fiildeki "miş" belki biraz daha masum hal katıyor hislerime ama neyse ne kızgınım kendime.
Peki ben kendimi ne yapacağım acaba? Tek bir en koca koca sistemlerle mücadele edebilir miyim? Bu gücü kendimde hissetmiyorum. Hissetmediğim için böyle sanırım. Mücadeleden uzak, bir şekilde mahkum. Mutlu muyum?Evet. Ama dahasının olabileceğini bilmek insanı aklını cezbeden zaten. Yasak, uzak olanı istemek. İnsanoğlu bu huyundan vazgeçse belki herşey çok dğeişik olacaktı. İnsanoğlunu geç üzümcü sen vazgeçsen belki çok dğeişik olacak herşey.
Neyse blogum, işte sen benim tek sesimsin şuan. Yazabiliyorum ya ohh buna da şükür (=

8 Ağustos 2011 Pazartesi

yazarken insan kendiyle konuşuyor. içten içe devamlı konuştuğu kendisiyle. o yüzden güzeldir yazmak. seni bir tek anlayan senle konuşmak. "heh işte tam da öyle" demek her sözcükte. bir tek ben anlarım benim derdimden, içimdekinden. dille söylenen ise sadece bir tariftir. oysa gerçekleri tarif etmek gerçeği bilmek, anlamak için yeterli değildir. böyle zamanlarda, yani gerçeği yeterince tarif edemediğiniz zamanlarda, boğulmak isteyebilirsiniz. ben istiyorum bazen. ya da su olup kaynayıp buharlaşmak. öyle ya su olmak iyi değil mi? buhar tekrar suya dönüşür. aynı su olmaz. yeni bir başlangıç yapar. çaresizken düşünülen ütopyalar. o halde 1 2 3 desek uçsak mesela.
kafalar karışık. bu yazıyı kim okuyacak acaba? okuyunca anlayacak çıkacak mı? bilmem ki. ama içimden biri "heh tam da öyle işte" diyor. sanırım biri anladı beni.
anlamasaydım kendimi daha mı kolay olurdu acaba? suçlamak, haksız bulmak, karşındakine hak vermek. belki o zaman mutsuz olmazdım. o zaman içten içe bağırmazdım "bu değil" diye. ya da bağırırdım ne bileyim. kafalar karışık. kafalar yorgun. kafalar buhar.