28 Nisan 2015 Salı

Tırtılın Derdi

Asansör kapısının önünde, çekimler için alması gereken kızı bilmem kaç saattir beklerken ayaklarına bakıyordu. Pislikten rengi dönmüş bez ayakkabılarının özensizliğinden utanmıştı bir an. Plaza hayatına bu ayakkabılarla asla adım atamayacağını biliyordu. Hoş, plaza insanı olmak gibi bir derdi de kalmamıştı. Dandirik staj programları mülakatlarından bile elenince isyanı basmış, pis bez ayakkabılarını ayağına geçirip düzensiz mesaili, havalı olmayan, hatta leş denilebilecek işleri kovalamaya başlamıştı. Tam şu an mesaisinin 4.saatindeydi.
Üniversitenin ilk yazında pek de havalı olmayan bir şirketin kurumsal iletişim departmanında staj yapma şerefine nail olmuştu. Şirket pek havalı olmasa da departmanının ismi yeterince havalıydı. Bu hava ona da annesine de yetmişti. Stajının ilk günü yazılı olmayan plaza kurallarına uyarak plaza ölüleri kervanında yerini almıştı. Ruhundan eser olmayan kurumsal kıyafetlerini çekmiş, kendini öldürdükçe öldürmüş, öldükçe mutlu olmuştu. Siyah kalem eteği, siyah babetleri, beyaz şifon gömleğiyle tam da hayal ettiği gibi olmuştu. İlk gün çok heyecanlıydı. Henüz ne demek olduğunu tam idrak edemediği beyaz yaka dünyasının kurallarını öğrenmek için can atıyordu. O da sabahları karton bardakta kahve içmeden ayılamamak, toplantıdan toplantıya koşmak, işlerin deadlinelarını kovalamak, scheduleına bakıp insanlara invitation göndermek istiyordu. Bunları yaparsa güçlü olacaktı. Çok güçlü olacak, herkes ona saygı duyacaktı. İşte bugün, stajın bu ilk günü istediği özendiği bu dünyaya ilk adımını rugan siyah babetleriyle atıyordu. Herşey mükemmeldi.
Staja başladığı pek de havalı olmayan bu şirket Maslak’ta eski bir plazada tek katlı bir ofisten ibaretti. Pek de havalı olmamasına rağmen onun için yeterince dikkat çekiciydi. Staja kabul edildiği tebliğ edildiği günden beri nerede şirketin ismini görse (ki çoğu zaman google’a ismini yazıp aynı sayfalara bakmak oluyordu bu) içi içine sığmıyordu. İşte o da bu takımın bir parçasıydı. Hem de, bu pek de havalı olmayan şirketin kurumsal iletişimini yapacaktı.
Kurumsal iletişim...İletişim lafına aşinaydı. Günlük hayatta duyduğu, sakız gibi sündükçe sünen bir mevzuydu hatta onun için. Okulda da çok konuşulan bir konuydu. Ama kurumsal iletişim? “Tam da gizemli beyaz yaka dünyasına yakışacak havalılıkta” diye düşünmüştü staja kabul edildiği tebliğ edildiğinde. En ufak bir fikri olmamasına rağmen bayılarak kabul etmiş, bugün de bayılarak hazırlanıp gelmişti.
Maslak’ta şirketi bulmak zor olmadı. 3 gün öncesinden çıkardığı yol haritasıyla eliyle koymuş gibi buldu şirketi. Hatta biraz erken buldu, kendine kızdı. Kurumsal hayatın havalı insanlarının randevularına ufak da olsa geç kaldığını kuzenleri konuşurken duymuştu. İnek öğrenciler gibi tam saatinde orada olduğu için havalı olmaktan bir adım uzaklaşmıştı. Birden siyah rugan babetleri geldi aklına. Hala parlaklardı, babetlerde kendi yansımasını gördü belli belirsiz. Bir özgüven konuşması yaptı içinden sessiz ve plazanın kapısından girdi.

Danışmaya yöneldi, cılız bir sesle “günaydın, kolay gelsin” deyip bugün pek de havalı olmayan şirkette kurumsal iletişim departmanında ilk günü olduğunu söyledi. Canına yandığı danışmadaki sevimsiz kadın, sanki onun bu dünyaya ait olmadığını anlamış gibiydi. Buz gibi bir ses ve mahkeme duvarı gibi bir suratla “bekleyin” dedi. Canı sıkıldı. Beklerdi beklemesine, beklemişti zaten 3 ay staja kabul edilmeyi de kadın onun buraya ait olmadığını nereden anlamıştı. Kenardaki koltuklara yöneldi ve başladı beklemeye. Plazaya giren çalışanlar danışmanın yüzüne bile bakmadan ellerindeki beyaz kartı okutup turnikeden geçiyorlardı. Danışmadakiler de onların yüzüne bakmıyordu zaten. Arada kendisi gibi danışmaya soru soran insanlar geliyordu. ama onlar, onun gibi cılız sesle konuşmuyorlardı. Günaydın da demiyorlardı, soru sorup fönlü saçlarını savurarak ya da manşetlerini karizmatik şekilde çekiştirerek danışmanın onları yönlendirdiği yere doğru oturuyorlardı. Bu manzaralara şahit olduktan sonra iyiden iyiye morali bozuldu. Ona neydi ki danışmadaki kadına işin kolay gelip  gelmemesinden, bok vardı onu ekleyecek. Danışmadaki kadın bile anlamıştı işte onun çömez olduğunu, ona oturma alanını bile göstermemişti. Kalbi kırılmıştı, plazanın kum rengi duvarları üstüne üstüne geliyordu. Bugün bu moralle nasıl geçecekti acaba diye düşünürken tanıdık bir sima gördü. 

26 Mart 2015 Perşembe

Bir Reçel Hikayesi

Herkesin annesi gibi benim annemin de eli pek lezzetlidir. Bilenler bilir zeytinyağlı sarması efsanedir. Reçellerinin ise müdavimleri vardır. Mesela kuzenim özellikle portakal reçeline bayılır. Ablam kahvaltılarda şeftali, çay yanına meze yapmaya da ayvayı favorilerine almıştır. Babam, annemin yapımı olsun da ne olursa olsun kafasında. Benimse çocukluktan beri en çok sevdiğim çilek reçelidir. Rengi mi yoksa kokusu mu, yoksa çileğin çocuklar arasındaki dayanılmaz popülerliği midir bilinmez, küçükken tanelerini ayırarak yediğim çilek reçelini şimdilerde özellikle beyaz peynirli ekmeğimin üzerine son rötüş atarken zevkle tüketirim.
Reçel bizim evin olmazsa olmazıdır. Hani bazı hanelerde turşunun bir mevsimi vardır da kavanozlar, sebzeler, tuzlar dört koldan hazırlanır ya, işte bizim için de reçel o şekilde kutsal rutinde hazırlananlardandır. Meyve en doğru mevsiminde özenle seçilir: tadı, kokusu, boyutları çok önemlidir annem için. Kimse alınmasın ama annem nice  gurmelerden daha özenli, pek bilmiş gıda mühendislerinden çok daha tekniğe hakimdir.
Çocukken evimizdeki o büyük reçel kazanından korkardım. Müthiş rengi ve kokusuyla beni cezbeden bu reçelin kaynarken üzerime dökülmesinin hayali bile tencereye uzaktan selam çakmama yeterliydi. Ama hiçbir zaman annemin reçel merasimini kaçırmazdım. Çilekleri hazırlayıp şekere yatırdığında gizli gizli o çilekleri mideye indirmek kaçırılabilecek türden birşey değildi. Meyveler sularını iyice salıp artık benim için çiğ yenemeyecek, annem için de ideal kaynama kıvamına geldiğinde ocağın ateşi yanar biz de doğru mutfağa yollanırdık.
Şu hayatta en huzurlu koku kapıdan girdiğinizde sizi karşılayan taze reçel kokusudur. İşte o kokunun her anına şahit olmaktı benim çocukken edindiğim işim. Annem tencerenin başından bir dakika bile ayrılmazken ben de onun gölgesinde olan biteni izler dururdum.
25 yaşındayım. Evimizde tencerelerce reçel kaynadı. Kuzenim için portakal, ablam için şeftali ve ayva, benim için çilek kavanozları ayrıldı. Reçeller hala parlak ve tüm GDO hikayelerine rağmen meyveler hala lezzetli. Bense hala bu reçellerin nasıl bu kadar parlak ve lezzetli olduğuna vakıf olamadım. Bence annem bana çaktırmadan içine başka birşeyler koyuyor ya da gizli bir dua okuyor reçel kaynatırken.
Kendi evime çıkınca çok sevdiğim bir arkadaşım “yemek tarifleri defteri” almıştı bana. Cicili bicili bir kapağı var bu defterin, yemek tariflerinin yazılacağı sayfalarsa kategorilendirilmiş: zeytinyağlılar, hamurişleri, reçeller... Bir türlü elim gitmedi o defteri kullanmaya. Annemden tarif alıp oraya not almak istemedim, nedensiz. Her defasında, arayıp “Anne, şimdi bu tarhanayı yaparken ne kadar önceden ıslatmalıyım?” sormak benim için çok daha kolay geldi.
Yakınını ya da çok sevdiği birini sonsuza dek kaybetme korkusunu yaşayanlar beni iyi anlar.
Şair demiş; sizin hiç babanız öldü mü, benim bir kere öldü kör oldum. Haklıymış.
Cumartesi günü annemin geçirdiği kalp krizini öğrediğimde kör oldum. Yalnız oldum, kimsesiz oldum. Sonrası mı?
Şaire saygım sonsuz. Hastane köşesinde çaresizlikten yorgun düşmüş şekilde doktorların ağzının içine bakarken aldığımız güzel haberle yüreğimize su serpildi. Aniden kör olan birinin yeniden görmeye başlaması gibi: tarfisiz, eşsiz, yorgun bir mutluluk.
Şüphesiz dünyanın belli bir döngüsü var (bu dönemde etrafımdakilerin tüm nefret dolu bakışlarıma rağmen defalarca tekrarladığı gibi!). Ama annenizin biricik kızı, babanızın kuzusuyken onların yokluğunu bir an bile hissetmek tokat gibi. Koca dünyada köksüz, yalnız, kimsesiz hissediveriyorsunuz.
Yanlışları tek bir klavye hareketiyle geri almaya öyle alışmışız ki zannediyoruz ki kaybettiklerimizi de geri getirebileceğiz. Oysa bak ne diyor Cemal Süreya: “benim bir defa öldü, kör oldum”. Bir defa ölür sevdikleriniz. Sonrasında kaybettikleriniz hanenize yazılır da yazılır. Annemi kaybetseydim bir daha geri kazanamayacaktım, bir daha asla konuşamayacak onun sesini duyamayacak, asla birlikte kahve içemeyecektik. Bir daha asla yemeklerini yiyemeyecek asla ama asla yemek tarifi alamayacaktım. Çünkü kaybetmiştim bir defa onu. Oysa ben hala daha çilek reçelinin nasıl o kıvamda yapıldığını öğrenemedim ya da zeytinyağlı sarmanın dibinin tutturmadan nasıl pişirileceğini bilmiyorum. Neden tarif defterine elimin uzanmadığını anlıyorum şimdi. Ben o tarifleri annemin sesinden dinlemeyi onun elinden yemeyi seviyorum.

Dönülmez akşamın ufkundayken vakit çok geç!