Çocukluğumun geçtiği semtte iki sinema salonu vardı. Birinin adı o zamanlar nedenini tam olarak anlamadığım şekilde Oscar diğerininki ise Güney. Oscar sineması istasyonun bir alt paralelindeki caddede hemen köşedeydi. Siyah filmli camlarının üzerine asılı afişler sarı ışıkla aydınlatılır, seyircilerin tüm dikkati vizyondaki ya da “pek yakında” gelecek olan filmlere çekilirdi. Akşam karanlık çöktüğünde pırıl pırıl parlayan ışıkların altındaki afişler beni nasıl büyülerdi, dün gibi aklımda.
Caddenin sonuna
doğru yürüyüp ikinci sağdan ilerlediğinizde sağ kolda bir pasaj görürdünüz.
İşte Güney Sineması o pasajın içindeydi. Burada oynayan filmlerin afişleri
pasajın girişindeki duvarların üst kısımlarına sağlı sollu yerleştirilirdi. Seans
saatlerini okumak için boynumuz koparcasına dikkatlice bakardık. Sonuçta eve
giriş çıkış saatimizi ailelerimize doğru söylememiz çok önemliydi. Kimse
sinema çıkışı kendisini almaya gelen babasını 10 dakika dışarıda bekletmeyi
göze alamazdı. Güney Sineması, Oscar Sineması’na göre bana daha az havalı
gelirdi. Hem salonları küçük hem de salonlara ulaşabilmek için pasajın bodrum
katına inmeniz gerektiğinden her defasında bir ürperirdim sebepsiz. Bu yaşımda
hala daha sinema salonundan çıkınca aldığım derin nefesler o günlerin mirası
olsa gerek.
Sinema biletini
aldıktan sonra midemde uçuşan o kelebekleri hatırlıyorum. Ne büyük heyecandı
benim için. Evde film izleyebileceğim bir VHS ya da benzeri bir teknoloji
olmadığından mı o kadar büyülüydü bilmiyorum. O anlar kendime kıyak geçtiğim ya
da felekten bir kaç saat çaldığım anlar gibi gelirdi. Sanki dışarıdaki dünya
durur, herkes benimle aynı filmi aynı dev ekrandan izlerdi. O yüzden her film
çıkışında dış dünyaya adapte olmam zaman alırdı. Çocuk ruhuma olduğu kadar
gözlerime de büyük geliyordu demek ki izlediklerim.
Bugün olduğu gibi
o zamanlar da sinemaya dışarıdan yiyecek ve içecek sokmak yasaktı. Ah bir şeyin
yasak olması ne fena! Nasıl cazip kılıyor bu sözcük o yasaklanan şeyi. O an
itibariyle canım her şeyi çekerdi, ama sanırım en çok cips. Oscar’ da da Güney’de
de cipsler aynı şekilde satılırdı: patates cipsi ve şeffaf bir poşet içerisinde.
Bol tuzlu ve yağlı, belki biraz bayatlamış ama çok lezzetli. Çocuk harçlığım bu
cipsleri almaya yetmediği için ondan göreceli daha ucuz ve kesinlikle daha
bayat olan mısırdan alırdım, tabi ki en küçük boy. Sahi sinemada sürekli taze
yapılabilecek bu mısırlar neden bayattı?
Küçük ya da bayat
fark etmez, film arasında dakikalarca bekleyip aldığım o mısırdan mutluydum.
Filmin diğer yarısının tadını doya doya çıkaracağım mısırımla kalan yarıya
hazırdım. Güney Sineması öğrenciler için kampanyalar yapmaya başladığında ben
de daha sık sinemaya gider olmuştum. Tabi bu esnada büyümüş ve etrafımda olup
biteni daha farklı yorumlar olmuştum. Yan salondan gelen seslere daha bir kaç
sene öncesine kadar gülerken artık rahatsız oluyordum. Mısırın tadı canımı
sıkıyor, şeffaf paket cipslerin yerine gözüm Doritos’lara kayıyordu. Zamanla
koltuklar rahatsız gelmeye başladı. Çok bozmuşlardı çok.Neden daha fazlasını
sunamıyordu bu salonlar bana? Bir ses yalıtımı yapmak, taze ürünler sunmak bu
kadar zor olmamalıydı. Arkadaşlarımla birlikte yavaş yavaş yeni açılan sinema
zincirlerini denemeye başladık. Her yer ışıl ışıl, koltuklar rahat, her şey
taze. Kusura bakma Oscar ve Güney, daha da kapından içeri girmem. Sen hak ettin
bunu! Öyle de oldu. O kapılardan içeri bir daha girmedim.
Yıllar geçtikçe
Oscar ve Güney önce izleyicilerini sonra merak uyandıran filmlerini en sonunda
da mekanlarını kaybettiler. Artık istasyonun paralel caddesinde Oscar Sineması
yok. Güney Sineması’ nın bulunduğu pasajın duvarlarında popüler markaların
logoları asılı. Peki ben neden her iki mekanın da önünden başımı eğip hızlı
adımlarla geçiyorum? Neden o mekanların önünden geçen onlarca insana “burada
eskiden tüm semtin gittiği sinemalar vardı, biliyor musunuz?” deyip hikayemi
anlatmak istiyorum? Ben değil miydim isyan bayrağını çekip kendimi konforlu
zincir sinemaların kollarına atan? Ben değil miydim yan salondan gelen filmin
sesine kıkırdamayı bırakan, daha fazlasını hak eden? Sahi neydi bu, bir çeşit
günah çıkarma mı? Cevabını yakınlarda buldum bu sorunun. Ne günah çıkarmaydı
yaptığım ne de basit bir utanç. Çocukluğumun, ergenliğimin ilk heyecanlarını
doğru düzgün veda bile edemeden kaybetmiştim. Zaman hızlanmış ben de o zamanın
hızına yetişmiş arkama bile bakmadan uzaklaşmıştım oradan. Oscar’da da Güney’de
de izlediğim son filmlerin son olduğunu bilmeden kaybetmiştim onları.
Çocukluğumun sihirli mekanlarına hoşça kal diyememiştim.
Sahipleri hala
hayattalar mı bilmiyorum. Bu yazı dönüp dolaşıp önlerine düşer mi, sanmıyorum. Ama
onlarla sohbet edebilsem kalpten bir teşekkür etmek isterdim. Sinemaya gidelim
deyince midemde uçuşan kelebeklere, burnumda tüten mısır kokusuna, her şeyden
önemlisi çocukluğumu ve ergenliğimi capcanlı hatırlamama sebep oldukları için
binlerce kez teşekkür ederim.
Mekanların renkleri
gözünüzü boyayacak kadar canlı olabilir ama içinde biriktirdiğiniz anlar, anıya
dönüşmüyorsa belki de yanlış filme girmişsinizdir.