Kadın olmanın ne denli zor olduğunu anlamam için işsiz güçsüz 1 hafta evde takılmam yetti. Yok, amacım ev kadınlığının ne büyük bir emek sömürüsü olduğundan bahsetmek değil. O çok ayrı bir mesele. Ya da o kadar da ayrı değil. Zaten kadınlarla ilgili bütün meseleler her kadını ilgilendirmeli, o bundan ayrı, şu da ondan çok ayrı dersek ohoo. Neyse işte. Derdim TV programlarından bahsetmek.
Ekranda 3 tip program var genel anlamda popülerlik olarak bakıldığında. 1.si sabah kuşağı programları, bunlar genelde "aman da ne giysem de şık olsam" diyen kadınlara hitap ediyormuş. Şimdi "miş, muş" diyorum, çünkü ben hala her gün gazetede hemcinslerinin kıtır kıtır doğrandığını bilen ve gören kadınların tek derdinin bu sene leopar mı moda tül mü dantel mi diye düşünmediklerine inanan taraftanım. Bu yazıyı yazarken de amacım asla alışveriş yapmayı seven, giyimine özen gösteren kadınları aşağılamak, ötekileştirmek falan değil. Ne haddime zaten. Benim amacım olaya başka bir açıdan bakmayı sağlamak. Ama buna daha sonra geleceğim.
İkinci tip olarak haberle öncesi pörtleyen evlendirme programları. Burada da kadınların baskın olduğunu görüyoruz, hem obje hem de suje olarak. Sunucuların da çoğunluğunun kadın olduğunun altını çizmekte fayda var.
Son olarak da diziler diyelim olay tatlıya bağlansın. Tabi ki diziler ve dizilerdeki kadınlar.
Çok yalap şalap gidiyorsam affola ama bir an önce içimdeki ateşi dışarı atmak, kusmak istiyorum.
Size soruyorum, özellikle de kadınlara: BEDENİMİZİN BİZİM DIŞIMIZDA NASIL DA ŞEKİLLENDİRİLMEYE ÇALIŞILDIĞININ FARKINDA MIYIZ?
Moda, zaten oldukça tartışmalı bir dünya. Bununla ilgili binlerce makale ve kitap yayımlanmıştır.Bu programlar ise bir kesim tarafından bilineni herkesin gözleri önüne seriyor aslında. "Sen bunu giyemezsin", "kilolu hanımlar dikkat, bu öneri size" diyor dış ses. Ve ne hikmetse bu dış ses de erkek. Bazen kendi kendime soruyorum, acaba ben mi çok art niyetliyim. Ama yok dayanamıyorum ve yazıyorum. "Modern kadın" sembolleri yaratılmaya çalışılan moda programlarını bir yana bırakalım madem. Akşam üstü, açalım televizyonu, izleyelim evlendirme programlarını. Burada da ayrı bir dert var "kadın dediğin" diye başlayan beylik cümleler. Aman yarabbi, 7den 70ine o kadar mı çok şey kişi olur kadın hakkında söyleyecek sözü olan. Binlerce yargı, yargısız infaz, eleştiri, cık cıklamalar, kadın dediğinlerle başlayan uzuuuun hitaplar. Ve bunlara çanak tutan program sunucuları. Aman ne ala.
Diziler. Diziler birer kurgudan ibaret. Kurgu olmalarına karşın temsiliyet değerleri oldukları için çok büyük bir titizlikle hazırlanması gerekiyor. Ben bu kadını böyle temsil ediyorum ama arkadaş bu ülkede bu yüzden ölen binlerce kadın var ya oldu mu şimdi?diye sorması gerekiyor yapımcıların. Yahu sizin aklınıza gelmiyorsa bari kadın araştırmaları yapanlardan yardım alın.
Velhasılı kelam, kadın olmak zor iş. Evde babanızın, annenizin (evet annenizin) baskısından sıyrılmak isterken evlendiğinizde kocanızın, elalemin ellerine düşüyorsunuz. Bir TV izleyeyim bari derseniz buyrun medyanın elleri üzerinizde. Afiyet olsun, yersek!
28 Ocak 2012 Cumartesi
5 Ocak 2012 Perşembe
isimsiz
Yazmayı çok ihmal ettiğimin farkındayım. Aslında bundan duyduğum utançla dokunuyorum tuşlara. Sanki tüm harfler bana "ohh keyfe gel, yok öyle istediğinde yazıp istemediğinde bizi unutmak" diyecek ve arkalarını dönüp gidecekler gibi geliyor. Oysa yazmayı istediğim o kadar çok şey var ki. Ama bir türlü olmuyor. Yazamıyorum. Yazayım diyorum, akşam yapayım çayımı, alayım yanıma oturup yazayım tüm bunları ama yok bir şeyler engelleyiveriyor beni. Ellerim dilsiz oluyor birden.
Hayatımın en önemli döneminin bitecek olması beni çok düşündürüyor. Bu sebepten de içimdeki sesle epey sohbet ediyorum bu aralar. Okul bitiyor, okumaktan başka hiçbir iş yapmamış ben ne yapacağımı merakla bekliyorum. Planlarım yok, çünkü ne kadar plan yapsam da şu zaman denen arkadaş oyunu kendi istediği gibi oynuyor, mızıkçı. Ne yaparsın, bıraktım kendimi onun kollarına.
Düşünüyorum bol bol. Neden diyorum hayata geldim? Neden insanım ki ben düşünmeyeceksem? Kendim için yaşayacaksam sahi neden insanım? Etrafımdakilere bir faydam dokunmayacaksa, affedersin de ne işim var dünyada arkadaş?
Ölümler kalımlar mücadeleler... Benim bir günlük hayatım bunların yaşandığı şu dünyada varlığımı sorgulamakla geçiyor. Tam diyorum evet, umut var hoop diyor başkaları ne umudu. Bak buna silah derler tüm umutları, hayatları, sevinçleri, özlemleri tek bir atışla bitirir. Sonra gel de toparlan yine. Çaresizlik mi bu, ne?
Otobüsle evime dönüyordum. En büyük keyfim insanların yüzüne bakıp hayatlarına dair bir şeyler karalamak kafamda. Ben etrafıma bakınırken genç 2 polis bindi otobüse. O an etrafı bıraktım kendime baktım. Hareketlerim, kan basıncım, duygularım nasıl da değişti birden. Silah vardı ikisinin de belinde. Bir adımdan az bir mesafede hayatımı sonlandırabilecek bir silah. Tek bir kurşundu şu varoluşçu muhabbetlerimi bitirecek, sevinçlerimi, dertlerimi silecek. Özge Üzümcü işte o tek bir kurşunla rafa kalkabilirdi. Ölümü belinde taşıyordu o adamlar. Ölümü belinde taşımak...Ağır olmalı? Gördüm. Bir silah. Bir adımdan az ötemde. Duruyordu işte. "Uygun görünen bir durumda" kullanılmak üzere hazırdı. Yıl 2012. Modernlik bitti. Post moderniz. Kendimi sanat sergilerine, müziğe, felsefeye atayım diyorum. Hayaller kuruyorum. Barış diyorum, 35 can gittiğinde arkasından "napalım birader yassah bölge" denmeyecek bir gün diyorum. Sonra uyanıyorum. Dört tekerlekli bir aletin içinde binlerce yıl öncesinin insanlarıyla yolculuk ediyorum meğer. Bellerinde öldürmek için hazır bekleyen silahlar. Bu defa kendi yaşamı için değil, hayatta kalabilmek için değil. Ne için ben de bilmiyorum. İniyorum. Düşünüyorum. Düşünüyorum. Uyuyorum. Tekrar rüya görmek için.
Hayatımın en önemli döneminin bitecek olması beni çok düşündürüyor. Bu sebepten de içimdeki sesle epey sohbet ediyorum bu aralar. Okul bitiyor, okumaktan başka hiçbir iş yapmamış ben ne yapacağımı merakla bekliyorum. Planlarım yok, çünkü ne kadar plan yapsam da şu zaman denen arkadaş oyunu kendi istediği gibi oynuyor, mızıkçı. Ne yaparsın, bıraktım kendimi onun kollarına.
Düşünüyorum bol bol. Neden diyorum hayata geldim? Neden insanım ki ben düşünmeyeceksem? Kendim için yaşayacaksam sahi neden insanım? Etrafımdakilere bir faydam dokunmayacaksa, affedersin de ne işim var dünyada arkadaş?
Ölümler kalımlar mücadeleler... Benim bir günlük hayatım bunların yaşandığı şu dünyada varlığımı sorgulamakla geçiyor. Tam diyorum evet, umut var hoop diyor başkaları ne umudu. Bak buna silah derler tüm umutları, hayatları, sevinçleri, özlemleri tek bir atışla bitirir. Sonra gel de toparlan yine. Çaresizlik mi bu, ne?
Otobüsle evime dönüyordum. En büyük keyfim insanların yüzüne bakıp hayatlarına dair bir şeyler karalamak kafamda. Ben etrafıma bakınırken genç 2 polis bindi otobüse. O an etrafı bıraktım kendime baktım. Hareketlerim, kan basıncım, duygularım nasıl da değişti birden. Silah vardı ikisinin de belinde. Bir adımdan az bir mesafede hayatımı sonlandırabilecek bir silah. Tek bir kurşundu şu varoluşçu muhabbetlerimi bitirecek, sevinçlerimi, dertlerimi silecek. Özge Üzümcü işte o tek bir kurşunla rafa kalkabilirdi. Ölümü belinde taşıyordu o adamlar. Ölümü belinde taşımak...Ağır olmalı? Gördüm. Bir silah. Bir adımdan az ötemde. Duruyordu işte. "Uygun görünen bir durumda" kullanılmak üzere hazırdı. Yıl 2012. Modernlik bitti. Post moderniz. Kendimi sanat sergilerine, müziğe, felsefeye atayım diyorum. Hayaller kuruyorum. Barış diyorum, 35 can gittiğinde arkasından "napalım birader yassah bölge" denmeyecek bir gün diyorum. Sonra uyanıyorum. Dört tekerlekli bir aletin içinde binlerce yıl öncesinin insanlarıyla yolculuk ediyorum meğer. Bellerinde öldürmek için hazır bekleyen silahlar. Bu defa kendi yaşamı için değil, hayatta kalabilmek için değil. Ne için ben de bilmiyorum. İniyorum. Düşünüyorum. Düşünüyorum. Uyuyorum. Tekrar rüya görmek için.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)