Bir gün uyandığınızda gözümüz görmeyebilir. Kulağımız aniden duymayabilir. Sağ tarafımız tutmayabilir. Ama her sabah tam olduğumuza inanarak uyanırız. Daha doğrusu düşünmeyiz bile. Çünkü güvenmek isteriz. Bir dakika sonrasının şu anımız gibi olmasına inandırırız kendimizi. Güveniriz.
Hayatımızın bu kadar temelinde olan güven hiç de kolay oluşmaz oysa ki.Dağları aşarız, derelerden geçer, ırmaklarda yüzeriz. Kumlara gömülürüz, bata çıka ulaşırız "güven"e.
Günler geçer, mevsimler birbirini kovalar unuturuz ona güvendiğimizi. Unuturuz, öylesine kanıksarız ki. Güvendiğimiz dağdır çünkü.
Oysa bir gün uyandığınızda gözünüz görmeyebilir. Kulağınız aniden duymayabilir. 25 yıllık kocanız beraber uyuduğunuz bir gecenin sabahında "ben başkasına aşığım" diyebilir. Ya da hayatınızın baharını geçirdiğiniz sevgiliniz size kıytırık bir mesaj atıp "bitsin artık; biz çok iyi arkadaş olabiliriz" diyebilir.
İşte o sabah uyandığınızda anlarsınız.
Sahiden gözümüz görmeyebilir, kulağımız duymayabilirmiş. Her sabah tam olduğumuza inanarak uyanmak beyhudeymiş. Düşünmemişiz bile. Güvenmişiz. Yine güvenmek isteriz. Bir dakika sonrasının şu anımız gibi olmasına inandırırız kendimizi. Güven, kim bilir hangi dağın arkasında, hangi ırmakların gerisindedir?
16 Aralık 2012 Pazar
27 Kasım 2012 Salı
Bir Ufak Çığlık
Her zaman söylediğim bir şey vardır: sosyoloji okumak ayağının altındaki toprağı kendi ellerinle çekmektir diye. Üniversiteye kadar getirdiğiniz doğrulara, öğretilere, "elaleme", laflara, sözlere her şeye sağır olup tüm gerçekliğinizi kendi ellerinizle değiştiriveriyorsunuz. Bunu yaparken ilk zamanlar boşlukta kalıyorsunuz; öyle ya artık basacağınız, "burası benim güvenlik alanım arkadaş" deyip böbürleneceğiniz bir toprağınız yoktur artık. Zamanla, ayaklarınızın altından çektiklerinizin yerine yenilerini koyuyorsunuz. Bu defa daha yumuşak bir toprak uğraştığınız. Belki de çamur. İstediğiniz şekli veriyor, kendi dünyanızı yaratıyorsunuz.
Yukarıda anlattıklarım benim yaşadıklarım. Belki diğerleri farklı yaşamıştır süreci, bilinmez. Ama ben bir çok "gerçeği"n gerçekliğini sorguladım; bir çok doğrunun yanlışlığını gördüm. Bu zaman aldı. Hatta bazı dönemler biraz sancılıydı belki.
Hiç unutmam Sosyoloji 101 dersindeki okuma paketinde Georg Simmel'le karşılaştığım anı. Kısa bir makalesini vermişti hoca (henüz gözümüzü korkutmamak için).İki gün okudum; ne anlatmak istiyor, peki ama neden bu "zaman" böylesine problematik?
Makaleden hatırladığımı özetlemek gerekirse şöyle söylenebilir: modern insan nasıl kendi yarattığı zaman kavramına köle olur! Kendi yarattığı zaman kavramı! Zaman yok muydu?
Neden 4 yıl öncesine uzandım şimdi derseniz, anlatayım. Bir işim var. Sabah erkenden yollara döküldüğüm, 12'de öğle molasına çıktığım, akşam eve döndüğüm bir işim var. Sabah saatimi kuruyorum. Hep aynı saat. Hep aynı saatte evden çıkmaya özen gösteriyorum; metroda hep aynı vagona biniyorum. metroya giderken ya da çıkışta hep aynı rotayı kullanıyorum. Rotam daha çok hipotenüsten geçiyor; çünkü zaman önemli, bir dakikası bile harcanmamalı, "etkili" (in other words effective) kullanılmalı. Size günümü saat saat özetleyebilirim. Günler benim için pazartesi hafta başı, ayın 30'unda şu saatte toplantı, vs. olarak şekillenmiş. Bedenim bu zaman dilimleri arasında süzülüyor. Dalgalara kapılmış sunta parçası gibi. Hiç bir rotası yokmuşçasına, usul usul, inatla su üstünde kalarak. Ama içten içe su alarak.
Simmel'i anladım. Simmel'in söylediklerini bedenimde hissettim. Ellerime baktım, yüzüme baktım. Simmel benden bahsediyordu. Benim çalar saatimden, vagonumdan, yemeğimden. Bendim köle olan. Ve bendim kölesi olduğumu yaratan!
Bir ufak çığlık olsun dedim, sizlerle paylaştım.
Yukarıda anlattıklarım benim yaşadıklarım. Belki diğerleri farklı yaşamıştır süreci, bilinmez. Ama ben bir çok "gerçeği"n gerçekliğini sorguladım; bir çok doğrunun yanlışlığını gördüm. Bu zaman aldı. Hatta bazı dönemler biraz sancılıydı belki.
Hiç unutmam Sosyoloji 101 dersindeki okuma paketinde Georg Simmel'le karşılaştığım anı. Kısa bir makalesini vermişti hoca (henüz gözümüzü korkutmamak için).İki gün okudum; ne anlatmak istiyor, peki ama neden bu "zaman" böylesine problematik?
Makaleden hatırladığımı özetlemek gerekirse şöyle söylenebilir: modern insan nasıl kendi yarattığı zaman kavramına köle olur! Kendi yarattığı zaman kavramı! Zaman yok muydu?
Neden 4 yıl öncesine uzandım şimdi derseniz, anlatayım. Bir işim var. Sabah erkenden yollara döküldüğüm, 12'de öğle molasına çıktığım, akşam eve döndüğüm bir işim var. Sabah saatimi kuruyorum. Hep aynı saat. Hep aynı saatte evden çıkmaya özen gösteriyorum; metroda hep aynı vagona biniyorum. metroya giderken ya da çıkışta hep aynı rotayı kullanıyorum. Rotam daha çok hipotenüsten geçiyor; çünkü zaman önemli, bir dakikası bile harcanmamalı, "etkili" (in other words effective) kullanılmalı. Size günümü saat saat özetleyebilirim. Günler benim için pazartesi hafta başı, ayın 30'unda şu saatte toplantı, vs. olarak şekillenmiş. Bedenim bu zaman dilimleri arasında süzülüyor. Dalgalara kapılmış sunta parçası gibi. Hiç bir rotası yokmuşçasına, usul usul, inatla su üstünde kalarak. Ama içten içe su alarak.
Simmel'i anladım. Simmel'in söylediklerini bedenimde hissettim. Ellerime baktım, yüzüme baktım. Simmel benden bahsediyordu. Benim çalar saatimden, vagonumdan, yemeğimden. Bendim köle olan. Ve bendim kölesi olduğumu yaratan!
Bir ufak çığlık olsun dedim, sizlerle paylaştım.
23 Temmuz 2012 Pazartesi
Küçükken geçmeyen zaman büyüdüğünüzde acısını çıkarırcasına akar durur.
Geçer de geçer.
Elinize kuru bir diploma verir; cebinize anılarını koyar; bir kaç damla gözyaşı. Zihin karışık.
Yıllar boyunca koşup duran zihin nasıl karışık olmasın! Bu mudur yolun sonu? Onca çaba, koşturma? Sahi nereye koştuk biz? Büyüyüp hayattan daha az zevk alır hale gelmemize mi koştuk? Bu yolda bir kaç uyarı levhası elzem, öyle değil mi?
Geçer de geçer.
Elinize kuru bir diploma verir; cebinize anılarını koyar; bir kaç damla gözyaşı. Zihin karışık.
Yıllar boyunca koşup duran zihin nasıl karışık olmasın! Bu mudur yolun sonu? Onca çaba, koşturma? Sahi nereye koştuk biz? Büyüyüp hayattan daha az zevk alır hale gelmemize mi koştuk? Bu yolda bir kaç uyarı levhası elzem, öyle değil mi?
8 Haziran 2012 Cuma
İSİMSİZ
Bu yazının ismi isimsiz. İsmi yok bu yazının, içinde yaşanan olaylarda geçen kadınların olmadığı gibi.
Bir akşam. Kütüphanede, ders çalışırken kafa dağıtayım diye verdiğim moladan kafam darmaduman çıktım. Haber sayfalarının birinde bir konuşma.
Adım geçiyor, adımız geçiyor. İrkildim istemsizce.
Yine ne oldu, ne yaptık, ne yapamadık, neden?
Binlerce soru zihnimde,
Biraz sinir biraz merak okudum.
Adım geçiyordu, adımız geçiyordu
Kadın deniyordu, kadın şöyle kadın böyle.
Kadın şöyle olmalı, kadın böyle olmalı.
Kadın şunu yapmamalı, kadın bunu yapmamalı.
Kadına biz şekil vereceğiz, az kaldı içinizi ferah tutun diyordu ses.
İçim alev aldı. Midem bulandı.
Kafam zaten bulanık.
Tekrar okudum.
Binlerce ses belirdi zihnimde.
Burada şu düşünürün teorisi uygulanabilir, hmm bu lafında şuna referans veriyor.
Sonra bir an durdum.
Adım geçiyordu, irkildim.
Hangi düşünürün ne teorisi uygulanır unuttum.
Sadece düşündüm, hissettim, üzüldüm ve isyan ettim.
Ettik.
İsyan ettik, en özelimize bedenimize dokunmayın diye haykırmak istedik. Yapmayın artık bu kadarı da olmaz dedik.
Erkeklerden destek görmemeye alışkındım. Farklı bir beden, farklı deneyimler, farklı bakışlar. Kimi zaman karşılıklı birbirimizi anlamayabilirdik.
Oysa kadınlardan tepki görmek aklımın ucundan geçmemişti.
Ne garip hiç düşünmemiştim elimdeki pankartı gören bir kadının utanmazca, kendinden emin ve korkusuzca yanıma gelip "yazık size yazık" diyeceğini,
Hiç düşünmemiştim bebek katili olmakla suçlanacağımı,
Dinden afaroz edilip, dilden kovulacağımı
Az biraz zaman geçti
Şimdi her şey "normal".
Kürtaj hak mıdır cinayet midir, diyanet ne der, Avrupa'daki yasalar neler, bilim neyi öngörüyor gibi "normalliklerle" tartışılıyor bedenimiz.
Kafam bulanık, kafam karışık.
Bedenimiz bizimdir!
Bu salt bir slogan değil, gerçekten bizimdir. Kimi neden ilgilendirir!
Bir akşam. Kütüphanede, ders çalışırken kafa dağıtayım diye verdiğim moladan kafam darmaduman çıktım. Haber sayfalarının birinde bir konuşma.
Adım geçiyor, adımız geçiyor. İrkildim istemsizce.
Yine ne oldu, ne yaptık, ne yapamadık, neden?
Binlerce soru zihnimde,
Biraz sinir biraz merak okudum.
Adım geçiyordu, adımız geçiyordu
Kadın deniyordu, kadın şöyle kadın böyle.
Kadın şöyle olmalı, kadın böyle olmalı.
Kadın şunu yapmamalı, kadın bunu yapmamalı.
Kadına biz şekil vereceğiz, az kaldı içinizi ferah tutun diyordu ses.
İçim alev aldı. Midem bulandı.
Kafam zaten bulanık.
Tekrar okudum.
Binlerce ses belirdi zihnimde.
Burada şu düşünürün teorisi uygulanabilir, hmm bu lafında şuna referans veriyor.
Sonra bir an durdum.
Adım geçiyordu, irkildim.
Hangi düşünürün ne teorisi uygulanır unuttum.
Sadece düşündüm, hissettim, üzüldüm ve isyan ettim.
Ettik.
İsyan ettik, en özelimize bedenimize dokunmayın diye haykırmak istedik. Yapmayın artık bu kadarı da olmaz dedik.
Erkeklerden destek görmemeye alışkındım. Farklı bir beden, farklı deneyimler, farklı bakışlar. Kimi zaman karşılıklı birbirimizi anlamayabilirdik.
Oysa kadınlardan tepki görmek aklımın ucundan geçmemişti.
Ne garip hiç düşünmemiştim elimdeki pankartı gören bir kadının utanmazca, kendinden emin ve korkusuzca yanıma gelip "yazık size yazık" diyeceğini,
Hiç düşünmemiştim bebek katili olmakla suçlanacağımı,
Dinden afaroz edilip, dilden kovulacağımı
Az biraz zaman geçti
Şimdi her şey "normal".
Kürtaj hak mıdır cinayet midir, diyanet ne der, Avrupa'daki yasalar neler, bilim neyi öngörüyor gibi "normalliklerle" tartışılıyor bedenimiz.
Kafam bulanık, kafam karışık.
Bedenimiz bizimdir!
Bu salt bir slogan değil, gerçekten bizimdir. Kimi neden ilgilendirir!
8 Mayıs 2012 Salı
Yazmıyorum. Oysa öyle çok istiyorum ki yazmayı. Bolca da vaktim oluyor. Bilgisayar da kağıt da bekliyor beni. Sabırla, sıkılmadan. Yazmıyorum. Israrla kaçıyor, yeni işler yaratıyorum kendime. Ama bugün daha fazla kaçamadığım yerdeyim.
Yazmak bir yüzleşmek aslında. İçinde seni yiyip bitiren, yanan bir hikaye var. Kelimelerin yardımseverliği tutarsa çok güzel bir yazı çıkıyor kimi zaman. Kimi zaman kelimeler küsüyor, düşüncelerin Karadeniz gibi deli dalgalı, kıyıya köpükler çıkararak vururken, dilsiz oluveriyorsun.
Ben yazmıyorken içim Karadeniz oldu. Şişti şişti, köpürerek dalgalandı. Dalgalar büyüdü, büyüdükçe kıyıya daha sert vurdu. Sözler geldi dilime çıkmadı bir türlü. Neden?
Korku. Kendine konuşmaktan, kendini dinlemekten, içindekilere kulak vermekten korkmak bunun adı.
Öyle yoğun ki bu anlarım. Hayatımın en önemli dönemi bitiyor. Ve ben, izlemediği dizinin final bölümüne denk gelirse salya sümük olan ben, bu döneme veda etmeye hazır mıyım bilmiyorum.
Ben bir balığım, küçük bir de akvaryumum var. Yüzmüş durmuşum yıllar boyu. Şimdilerde sahibim sıkıldı benden. Bugün yarın atacak beni denize. Ve ben, tatlı sudan sonra nasıl alışacağım o koca denize diye dertli dertli yüzüyorum yine. Ne yüzdüğüm sudan keyif alıyorum, ne de yüzeceğim suyu düşünmekten.
İçimden geldi. Hükümsüzdür.
Yazmak bir yüzleşmek aslında. İçinde seni yiyip bitiren, yanan bir hikaye var. Kelimelerin yardımseverliği tutarsa çok güzel bir yazı çıkıyor kimi zaman. Kimi zaman kelimeler küsüyor, düşüncelerin Karadeniz gibi deli dalgalı, kıyıya köpükler çıkararak vururken, dilsiz oluveriyorsun.
Ben yazmıyorken içim Karadeniz oldu. Şişti şişti, köpürerek dalgalandı. Dalgalar büyüdü, büyüdükçe kıyıya daha sert vurdu. Sözler geldi dilime çıkmadı bir türlü. Neden?
Korku. Kendine konuşmaktan, kendini dinlemekten, içindekilere kulak vermekten korkmak bunun adı.
Öyle yoğun ki bu anlarım. Hayatımın en önemli dönemi bitiyor. Ve ben, izlemediği dizinin final bölümüne denk gelirse salya sümük olan ben, bu döneme veda etmeye hazır mıyım bilmiyorum.
Ben bir balığım, küçük bir de akvaryumum var. Yüzmüş durmuşum yıllar boyu. Şimdilerde sahibim sıkıldı benden. Bugün yarın atacak beni denize. Ve ben, tatlı sudan sonra nasıl alışacağım o koca denize diye dertli dertli yüzüyorum yine. Ne yüzdüğüm sudan keyif alıyorum, ne de yüzeceğim suyu düşünmekten.
İçimden geldi. Hükümsüzdür.
2 Nisan 2012 Pazartesi
Bazen söyleyecek öyle sözüm oluyor ki hangi birini söylesem, nereden başlasam bilemiyorum. Bir coşku doluyor söyledikçe söylüyorum. Kimi zaman da, böyle bir zaman bu kimi zaman, içimden çok şey söylemek geliyor da hiç birini söylemiyorum. Alacağım cevapları önceden bilmek iştahımı kaçırıyor. Bazen iletişimin bu sıkıntısı öldürüyor beni. Bir gerçek; karşındaki sen ona anlattığın kadar seni anlayabilir. He anlar mı o ayrı mesele, ama senin seçtiğin kelimeler, sesler, vurgulardır onun bu çerçevesini belirleyen. Oysa içinden geçenleri kelimelerle anlatmak mümkün mü? İçindeki o binlerce ayrı sesi yazman ya da söylemen mümkün mü? Ya da birinin seni anlaması, ama gerçekten anlaması.
Ben biraz kötümserim bu konuda, bence mümkün değil. Ergen tribi gibi de gelebilir kulağa bu ama ben çok daha farklı bir açıdan bakarak bunun mümkün olacağını düşünmüyorum. Hal böyleyken de konuşmak istemiyorum. Ne konuşmak ne de duymak istiyorum karşımdakini. Çünkü ne söyleyeceğini biliyorum. Tek söyleyebildiğim şu: keşke ben de "bıdı bıdı bıdı " deyip sonra hoppala arkamı dönüp gidebilsem. Pek şukela olurdu şu an.
Ben biraz kötümserim bu konuda, bence mümkün değil. Ergen tribi gibi de gelebilir kulağa bu ama ben çok daha farklı bir açıdan bakarak bunun mümkün olacağını düşünmüyorum. Hal böyleyken de konuşmak istemiyorum. Ne konuşmak ne de duymak istiyorum karşımdakini. Çünkü ne söyleyeceğini biliyorum. Tek söyleyebildiğim şu: keşke ben de "bıdı bıdı bıdı " deyip sonra hoppala arkamı dönüp gidebilsem. Pek şukela olurdu şu an.
28 Ocak 2012 Cumartesi
ELLERİNİ BEDENİMDEN ÇEK!
Kadın olmanın ne denli zor olduğunu anlamam için işsiz güçsüz 1 hafta evde takılmam yetti. Yok, amacım ev kadınlığının ne büyük bir emek sömürüsü olduğundan bahsetmek değil. O çok ayrı bir mesele. Ya da o kadar da ayrı değil. Zaten kadınlarla ilgili bütün meseleler her kadını ilgilendirmeli, o bundan ayrı, şu da ondan çok ayrı dersek ohoo. Neyse işte. Derdim TV programlarından bahsetmek.
Ekranda 3 tip program var genel anlamda popülerlik olarak bakıldığında. 1.si sabah kuşağı programları, bunlar genelde "aman da ne giysem de şık olsam" diyen kadınlara hitap ediyormuş. Şimdi "miş, muş" diyorum, çünkü ben hala her gün gazetede hemcinslerinin kıtır kıtır doğrandığını bilen ve gören kadınların tek derdinin bu sene leopar mı moda tül mü dantel mi diye düşünmediklerine inanan taraftanım. Bu yazıyı yazarken de amacım asla alışveriş yapmayı seven, giyimine özen gösteren kadınları aşağılamak, ötekileştirmek falan değil. Ne haddime zaten. Benim amacım olaya başka bir açıdan bakmayı sağlamak. Ama buna daha sonra geleceğim.
İkinci tip olarak haberle öncesi pörtleyen evlendirme programları. Burada da kadınların baskın olduğunu görüyoruz, hem obje hem de suje olarak. Sunucuların da çoğunluğunun kadın olduğunun altını çizmekte fayda var.
Son olarak da diziler diyelim olay tatlıya bağlansın. Tabi ki diziler ve dizilerdeki kadınlar.
Çok yalap şalap gidiyorsam affola ama bir an önce içimdeki ateşi dışarı atmak, kusmak istiyorum.
Size soruyorum, özellikle de kadınlara: BEDENİMİZİN BİZİM DIŞIMIZDA NASIL DA ŞEKİLLENDİRİLMEYE ÇALIŞILDIĞININ FARKINDA MIYIZ?
Moda, zaten oldukça tartışmalı bir dünya. Bununla ilgili binlerce makale ve kitap yayımlanmıştır.Bu programlar ise bir kesim tarafından bilineni herkesin gözleri önüne seriyor aslında. "Sen bunu giyemezsin", "kilolu hanımlar dikkat, bu öneri size" diyor dış ses. Ve ne hikmetse bu dış ses de erkek. Bazen kendi kendime soruyorum, acaba ben mi çok art niyetliyim. Ama yok dayanamıyorum ve yazıyorum. "Modern kadın" sembolleri yaratılmaya çalışılan moda programlarını bir yana bırakalım madem. Akşam üstü, açalım televizyonu, izleyelim evlendirme programlarını. Burada da ayrı bir dert var "kadın dediğin" diye başlayan beylik cümleler. Aman yarabbi, 7den 70ine o kadar mı çok şey kişi olur kadın hakkında söyleyecek sözü olan. Binlerce yargı, yargısız infaz, eleştiri, cık cıklamalar, kadın dediğinlerle başlayan uzuuuun hitaplar. Ve bunlara çanak tutan program sunucuları. Aman ne ala.
Diziler. Diziler birer kurgudan ibaret. Kurgu olmalarına karşın temsiliyet değerleri oldukları için çok büyük bir titizlikle hazırlanması gerekiyor. Ben bu kadını böyle temsil ediyorum ama arkadaş bu ülkede bu yüzden ölen binlerce kadın var ya oldu mu şimdi?diye sorması gerekiyor yapımcıların. Yahu sizin aklınıza gelmiyorsa bari kadın araştırmaları yapanlardan yardım alın.
Velhasılı kelam, kadın olmak zor iş. Evde babanızın, annenizin (evet annenizin) baskısından sıyrılmak isterken evlendiğinizde kocanızın, elalemin ellerine düşüyorsunuz. Bir TV izleyeyim bari derseniz buyrun medyanın elleri üzerinizde. Afiyet olsun, yersek!
Ekranda 3 tip program var genel anlamda popülerlik olarak bakıldığında. 1.si sabah kuşağı programları, bunlar genelde "aman da ne giysem de şık olsam" diyen kadınlara hitap ediyormuş. Şimdi "miş, muş" diyorum, çünkü ben hala her gün gazetede hemcinslerinin kıtır kıtır doğrandığını bilen ve gören kadınların tek derdinin bu sene leopar mı moda tül mü dantel mi diye düşünmediklerine inanan taraftanım. Bu yazıyı yazarken de amacım asla alışveriş yapmayı seven, giyimine özen gösteren kadınları aşağılamak, ötekileştirmek falan değil. Ne haddime zaten. Benim amacım olaya başka bir açıdan bakmayı sağlamak. Ama buna daha sonra geleceğim.
İkinci tip olarak haberle öncesi pörtleyen evlendirme programları. Burada da kadınların baskın olduğunu görüyoruz, hem obje hem de suje olarak. Sunucuların da çoğunluğunun kadın olduğunun altını çizmekte fayda var.
Son olarak da diziler diyelim olay tatlıya bağlansın. Tabi ki diziler ve dizilerdeki kadınlar.
Çok yalap şalap gidiyorsam affola ama bir an önce içimdeki ateşi dışarı atmak, kusmak istiyorum.
Size soruyorum, özellikle de kadınlara: BEDENİMİZİN BİZİM DIŞIMIZDA NASIL DA ŞEKİLLENDİRİLMEYE ÇALIŞILDIĞININ FARKINDA MIYIZ?
Moda, zaten oldukça tartışmalı bir dünya. Bununla ilgili binlerce makale ve kitap yayımlanmıştır.Bu programlar ise bir kesim tarafından bilineni herkesin gözleri önüne seriyor aslında. "Sen bunu giyemezsin", "kilolu hanımlar dikkat, bu öneri size" diyor dış ses. Ve ne hikmetse bu dış ses de erkek. Bazen kendi kendime soruyorum, acaba ben mi çok art niyetliyim. Ama yok dayanamıyorum ve yazıyorum. "Modern kadın" sembolleri yaratılmaya çalışılan moda programlarını bir yana bırakalım madem. Akşam üstü, açalım televizyonu, izleyelim evlendirme programlarını. Burada da ayrı bir dert var "kadın dediğin" diye başlayan beylik cümleler. Aman yarabbi, 7den 70ine o kadar mı çok şey kişi olur kadın hakkında söyleyecek sözü olan. Binlerce yargı, yargısız infaz, eleştiri, cık cıklamalar, kadın dediğinlerle başlayan uzuuuun hitaplar. Ve bunlara çanak tutan program sunucuları. Aman ne ala.
Diziler. Diziler birer kurgudan ibaret. Kurgu olmalarına karşın temsiliyet değerleri oldukları için çok büyük bir titizlikle hazırlanması gerekiyor. Ben bu kadını böyle temsil ediyorum ama arkadaş bu ülkede bu yüzden ölen binlerce kadın var ya oldu mu şimdi?diye sorması gerekiyor yapımcıların. Yahu sizin aklınıza gelmiyorsa bari kadın araştırmaları yapanlardan yardım alın.
Velhasılı kelam, kadın olmak zor iş. Evde babanızın, annenizin (evet annenizin) baskısından sıyrılmak isterken evlendiğinizde kocanızın, elalemin ellerine düşüyorsunuz. Bir TV izleyeyim bari derseniz buyrun medyanın elleri üzerinizde. Afiyet olsun, yersek!
5 Ocak 2012 Perşembe
isimsiz
Yazmayı çok ihmal ettiğimin farkındayım. Aslında bundan duyduğum utançla dokunuyorum tuşlara. Sanki tüm harfler bana "ohh keyfe gel, yok öyle istediğinde yazıp istemediğinde bizi unutmak" diyecek ve arkalarını dönüp gidecekler gibi geliyor. Oysa yazmayı istediğim o kadar çok şey var ki. Ama bir türlü olmuyor. Yazamıyorum. Yazayım diyorum, akşam yapayım çayımı, alayım yanıma oturup yazayım tüm bunları ama yok bir şeyler engelleyiveriyor beni. Ellerim dilsiz oluyor birden.
Hayatımın en önemli döneminin bitecek olması beni çok düşündürüyor. Bu sebepten de içimdeki sesle epey sohbet ediyorum bu aralar. Okul bitiyor, okumaktan başka hiçbir iş yapmamış ben ne yapacağımı merakla bekliyorum. Planlarım yok, çünkü ne kadar plan yapsam da şu zaman denen arkadaş oyunu kendi istediği gibi oynuyor, mızıkçı. Ne yaparsın, bıraktım kendimi onun kollarına.
Düşünüyorum bol bol. Neden diyorum hayata geldim? Neden insanım ki ben düşünmeyeceksem? Kendim için yaşayacaksam sahi neden insanım? Etrafımdakilere bir faydam dokunmayacaksa, affedersin de ne işim var dünyada arkadaş?
Ölümler kalımlar mücadeleler... Benim bir günlük hayatım bunların yaşandığı şu dünyada varlığımı sorgulamakla geçiyor. Tam diyorum evet, umut var hoop diyor başkaları ne umudu. Bak buna silah derler tüm umutları, hayatları, sevinçleri, özlemleri tek bir atışla bitirir. Sonra gel de toparlan yine. Çaresizlik mi bu, ne?
Otobüsle evime dönüyordum. En büyük keyfim insanların yüzüne bakıp hayatlarına dair bir şeyler karalamak kafamda. Ben etrafıma bakınırken genç 2 polis bindi otobüse. O an etrafı bıraktım kendime baktım. Hareketlerim, kan basıncım, duygularım nasıl da değişti birden. Silah vardı ikisinin de belinde. Bir adımdan az bir mesafede hayatımı sonlandırabilecek bir silah. Tek bir kurşundu şu varoluşçu muhabbetlerimi bitirecek, sevinçlerimi, dertlerimi silecek. Özge Üzümcü işte o tek bir kurşunla rafa kalkabilirdi. Ölümü belinde taşıyordu o adamlar. Ölümü belinde taşımak...Ağır olmalı? Gördüm. Bir silah. Bir adımdan az ötemde. Duruyordu işte. "Uygun görünen bir durumda" kullanılmak üzere hazırdı. Yıl 2012. Modernlik bitti. Post moderniz. Kendimi sanat sergilerine, müziğe, felsefeye atayım diyorum. Hayaller kuruyorum. Barış diyorum, 35 can gittiğinde arkasından "napalım birader yassah bölge" denmeyecek bir gün diyorum. Sonra uyanıyorum. Dört tekerlekli bir aletin içinde binlerce yıl öncesinin insanlarıyla yolculuk ediyorum meğer. Bellerinde öldürmek için hazır bekleyen silahlar. Bu defa kendi yaşamı için değil, hayatta kalabilmek için değil. Ne için ben de bilmiyorum. İniyorum. Düşünüyorum. Düşünüyorum. Uyuyorum. Tekrar rüya görmek için.
Hayatımın en önemli döneminin bitecek olması beni çok düşündürüyor. Bu sebepten de içimdeki sesle epey sohbet ediyorum bu aralar. Okul bitiyor, okumaktan başka hiçbir iş yapmamış ben ne yapacağımı merakla bekliyorum. Planlarım yok, çünkü ne kadar plan yapsam da şu zaman denen arkadaş oyunu kendi istediği gibi oynuyor, mızıkçı. Ne yaparsın, bıraktım kendimi onun kollarına.
Düşünüyorum bol bol. Neden diyorum hayata geldim? Neden insanım ki ben düşünmeyeceksem? Kendim için yaşayacaksam sahi neden insanım? Etrafımdakilere bir faydam dokunmayacaksa, affedersin de ne işim var dünyada arkadaş?
Ölümler kalımlar mücadeleler... Benim bir günlük hayatım bunların yaşandığı şu dünyada varlığımı sorgulamakla geçiyor. Tam diyorum evet, umut var hoop diyor başkaları ne umudu. Bak buna silah derler tüm umutları, hayatları, sevinçleri, özlemleri tek bir atışla bitirir. Sonra gel de toparlan yine. Çaresizlik mi bu, ne?
Otobüsle evime dönüyordum. En büyük keyfim insanların yüzüne bakıp hayatlarına dair bir şeyler karalamak kafamda. Ben etrafıma bakınırken genç 2 polis bindi otobüse. O an etrafı bıraktım kendime baktım. Hareketlerim, kan basıncım, duygularım nasıl da değişti birden. Silah vardı ikisinin de belinde. Bir adımdan az bir mesafede hayatımı sonlandırabilecek bir silah. Tek bir kurşundu şu varoluşçu muhabbetlerimi bitirecek, sevinçlerimi, dertlerimi silecek. Özge Üzümcü işte o tek bir kurşunla rafa kalkabilirdi. Ölümü belinde taşıyordu o adamlar. Ölümü belinde taşımak...Ağır olmalı? Gördüm. Bir silah. Bir adımdan az ötemde. Duruyordu işte. "Uygun görünen bir durumda" kullanılmak üzere hazırdı. Yıl 2012. Modernlik bitti. Post moderniz. Kendimi sanat sergilerine, müziğe, felsefeye atayım diyorum. Hayaller kuruyorum. Barış diyorum, 35 can gittiğinde arkasından "napalım birader yassah bölge" denmeyecek bir gün diyorum. Sonra uyanıyorum. Dört tekerlekli bir aletin içinde binlerce yıl öncesinin insanlarıyla yolculuk ediyorum meğer. Bellerinde öldürmek için hazır bekleyen silahlar. Bu defa kendi yaşamı için değil, hayatta kalabilmek için değil. Ne için ben de bilmiyorum. İniyorum. Düşünüyorum. Düşünüyorum. Uyuyorum. Tekrar rüya görmek için.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)